Maria, koltuğun kenarına usulca yerleşirken, rüzgarla dans eden martıların zarif gölgelerini andıran bir inceliği gözler önüne seriyordu. Hareketlerinin her zerresi, kılıçla kesilmiş ipek gibi narin; ama bu narinlik, derin bir sessizliğin melodisini fısıldarcasına etkileyiciydi. Oturmamı beklerken sergilediği sabır, dalgaların kıyıya vuruşu ve geri çekilişi kadar ritmik ve vazgeçmezdi. Ben yerleştiğim anda ise, kendisi adeta kumsala bırakılmış bir deniz kabuğunun inceliğiyle koltuğuna süzüldü; nezaketi, odanın havasını bahar esintisiyle nazikçe dolduruyordu.
Sözlerim dudaklarımdan dökülmeye başlarken, Maria’nın gözlerinde gezinen o ışıltıyı fark ettim; kelimelerim, bir ressamın narin fırça darbeleriyle dokuduğu tuvale dönüşüyor, ruhunun derinliklerinde unutulmuş renkleri yeniden canlandırıyordu. Yüzündeki pembelik, şafak vakti bulutların utancını andırıp, önce yavaşça yayılıyor, sonra usulca solgunlaşıyordu. İç çekişi ise tamamlanmış bir şiirin son dizesi gibi hüzünlü ve dokunaklıydı.
İlk cümlelerini dile getirirken, sesinin yaprak hışırtıları arasında süzülen berrak bir dereyi andıran şeffaflığını istemsizce hissettim. Tebessümü, güneş ışığının suya çarpıp parıldaması gibi, hem parlak hem de kırılgandı; içtenliği ise elimde titreyen ince kum taneleri gibi, bir anlık dikkatsizlikle kayıp gidecekmiş izlenimini uyandırıyordu.
Sandalyeye geçişini izlerken, kelebek kanatlarının nazik çırpışı kadar hafif adımları, içimdeki gerilimi anında silip süpürdü. Bacak bacak üstüne atışı, dalgaların kıyıya vurup geri çekilmesi kadar güçlü ama geçici bir izlenim bırakırken, sırtını koltuğa yaslayışı, aramızdaki görünmez duvarları nazikçe eritiyordu. Artık aramızda hiyerarşi değil, derin bir dostluk hüküm sürüyordu sanki.
Rütbemden bahsederken sesinde, kırılgan ama gurur dolu bir melodi yankılanıyordu. "Bürokrasi" kelimesiyle başlayan omuz silkintisi, içimi hafifçe burktu; sanki kelimelerinin arasına sıkışan mahcubiyet, bir çocuğun kaçırdığı balonun vedası gibi yükselip kayboluyordu. O an, Maria’nın da bu sistemin soğuk dişlileri arasında sıkışıp kaldığını hissettim; belki de ikimiz, aynı engin denizde, farklı gemilerde savruluyorduk. Onun o anlık omuz silkişi, rüzgarın savurduğu yapraklar gibi, kontrol dışı ama kabullenmişliği anımsatıyordu.
Adaletten söz açtığında, kelimeleri kılıcın kınından çıkarak ışığa kavuşan parıltısı gibi keskinleşti. "Yasalar adil değil" derken, gözlerindeki ateş, karanlığı delercesine parlayan bir meşale misali coşuyordu. Albay Mya’nın sözlerini aktarışı, fırtınalı denizde mırıldanan bir denizcinin dualarını andırıyor; acıyla yoğrulmuş, inatla umudu yeşerten bir inancı barındırıyordu. İşte o an, Maria’nın yalnızca bir komutan değil, yılların yorgunluğunu sırtında taşıyan bir savaşçı, dertlerini derinlere gömmüş bir denizci olduğunu idrak ettim.
Kyuzan’dan söz ederken ses tonu, puslu bir sahilin sisini andıran belirsizlikle doluydu. Uyarısı, suya gömülen bir dümenin ağır yükü kadar derindi; ciddiyeti, buz tutmuş bir göl üzerinde attığın adımların getirdiği o tehlikeyi anımsatıyordu. Ancak sonra gelen o beklenmedik kahkaha, bir şimşek çakması misali anında her şeyi dağıttı; ani, parlak ve kısa ömürlüydü. "Kimseye söyleme" derken ki göz kırpışı, aramızda fısıldanan bir sır gibi, derin bir dostluk vaadini sunuyordu. O an, belki de ilk kez, bu denizcilik denen gemide yalnız olmadığımı, birinin yanımda dimdik durduğunu hissettim. Maria’nın, yalnızca bir komutan değil, dalgalar arasında yolunu arayan, pusulası kaybolsa da içindeki yönü bilen bir denizci olduğunu derinden idrak ettim. Ve belki de, bir gün bu fırtınalı denizde, onun gibi sarsılmaz bir pusulaya ihtiyaç duyacağımı hissettim…
O anda, zamanın ötesinde asılı kalan bir nefesin tam ortasında, Maria’nın karşısına otururken, avucumda zarifçe dönen küçük bir alev topu beliriverdi. Ateş, kontrollü bir dansla titriyordu; ne tehditkâr ne de savruk, sadece varlığımın doğal uzantısıydı. Gözlerimdeki lav rengi ışıltı, sıcak ama kararlı bir bakışla Yüzbaşı’ya odaklandı:
"Yüzbaşı Maria... Prosedürlerin bizi sıkboğaz ettiği bu dünyada, sizin gibi bir pusula bulmak, karanlıkta kaybolmuş bir geminin fener görmesi gibi."
Alevimi, henüz avucumdan söndürmeden önce, masanın üzerine hafifçe dokundum; tahtada yanmayan, yalnızca ısıtan bir iz bıraktım. Sanki kelimelerimin ötesinde bir gerçeği fısıldarcasına devam ettim:
"Adalet dediğiniz şey... Yasaların mürekkebi bazen kurur, ama vicdanın ateşi sönmez. Albay Mya haklı. Bir üniforma insanı 'iyi' yapmaz, tıpkı bir dövmenin 'kötü' yapmadığı gibi. Benim alevlerim de bana bunu öğretti: Bir hastane gemisini korurken yaktığım ateşten duvar, yüz kılıçtan daha çok can kurtardı."
Sözcükler havada süzülürken, kısa bir nefeslendim, sesim daha derin, yankılı bir melodiye dönüştü:
"Albay Kyuzan’ın adaleti buz gibi keskin... Benimkiyse nehir taşıyan bir volkan. Ama endişelenmeyin, ateşin efendisi olmaya kararlıyım. Babamın son sözlerini unutmadım: ‘Ateşe saygı duy, ama onu çağırma.'"
İçimdeki o altı yaşındaki çocuğun çığlığı, disiplinli bir nefesle susturulmuş gibiydi:
"Bu üniforma... Bir gün onu yakarsam, sebebi prosedürler değil, koruyamadığım bir çocuğun hayali olur. Ama o gün gelene dek—" Bir an sessizliğin içinde asılı kalan kelimelerin ardından, sesimde ani bir hafiflik belirdi; şakacı bir gülümseme ekleyerek:
"—çayınızı sıcak tutmak için buradayım. Ateşle ısıtılmış, tabii."
Oturduğum yerden doğrulup ayağa kalkarken, pelerinimi omzuma zarifçe atıp kapıya doğru yönelmeden önce, elimi kalbime koydum. Gözlerimdeki volkanik keskinlik, bu sefer soğuk sistemlerin ötesinde sıcak bir dostluğun yumuşaklığını taşır gibiydi:
"Ve Yüzbaşım... Sizin gibi bir dostun akıl vermesi, yüz gemilik bir filodan daha değerli. Bir gün ihtiyacınız olursa, kapımda çay ve ekmeğim hep sıcak olacak. Annemin dediği gibi: ‘Ateş, sadece yakar diyenler, onun ekmeği nasıl pişirdiğini görmemiş.’"