Güneş tepeye doğru yükselirken Aletheia'nın dümeninde tayfanın biricik rotacısı Ohana'dan başkası yoktu. Rüzgarı arkalarına almayı başardıklarından ötürü nispeten rahat bir yolculukta oldukları da söylenebilirdi. Ohana açısından tek sıkıntı arada sırada hiddetlenen rüzgarın üşümesine neden olmasıydı. Hava her ne kadar North Blue standartlarına göre sıcak olsa da South Blue'nun kavurucu sıcaklarına alışmış olan genç kız için pekte sıcak sayılmazdı. Üzerine kalın bir şeyler almayı denemişti fakat o zaman da rüzgar esmediğinde sıcaktan bunalıyor ve terliyordu... Böyle havalarda dümeni genellikle başkasına salar ve gemide keyfine bakardı fakat bugün gittikleri yeri kendisinden başkası bilmiyordu. Diğerlerine Spider Miles'a gittiklerini söylemişti, açıkçası yalan da söylemiyordu. Sadece yol üzerinde sıradan haritalarda bulunmayan minik bir kaya parçasına uğrayacaklardı. Ohana rüzgarla ilgili bir şeyler salladıktan sonra kaya parçasının yakınına gemiyi demirlemeyi planlıyordu. Peki bunu neden kimseye söylememişti? O kaya parçasını diğerlerinden özel kılan şey neydi? Gelin bir gün öncesine giderek Ohana'nın başından geçenleri inceleyelim.
Günün erken saatlerinde erzak tazelemek için durdukları adada herkes kendisine verilen görevi yapmak için şehrin dört bir tarafına dağılmıştı. Şehrin merkezinde bulunan dükkanlardan birinden yiyecek içecek alışverişini yaptıktan sonra siparişi hazırlanırken bir hana oturmuş ve çevresindeki insanları dinlemeye başlamıştı. Hemen arkasındaki masadaki bir sohbet dikkatini çekmiş ve kulağını onlara kabartmıştı. Genç bir çocuk hararetli bir şekilde korsanlardan bir hazine haritası çaldığını fakat hazinenin nerede olduğuna dair herhangi bir fikri olmadığı konusunda yakınıyordu. Normalde hazine ve benzeri şeylerle ilgilenmiyor olsa da çocuğun adayla ilgili anlattığı abartı hikayeler ilgisini cezbetmişti. Çocuğun anlattığına göre hazinenin bulunduğu adada bir mağara bulunuyor, bu mağaranın içerisinde de daha önce görülmemiş canlılar yaşıyormuş. Bir insan gibi konuşabiliyorlar fakat insana benzemiyorlarmış. Burada yaşayan canlıların tek görevi ise gizli hazineyi korumakmış. Çocuk bu hikayeyi korsanlardan duyduğunu söylemesine rağmen Ohana pek inanmamıştı hikayeye. Yine de gidip görmemek için bir sebep olmadığını düşünerek çocuğun masasına gitmişti. Haritalardan anladığını, eskiden bir denizci olduğunu söyleyerek, biraz da kadınsı cazibesini kullanarak çocuğu haritayı göstermeye ikna etmişti. Harita her ne kadar yırtık pırtık ve eski olsa da hazinenin tahmini olarak nerede olduğunu anlaması için birkaç dakika bakınması yeterli olmuştu... Haritayı inceledikten sonra çocuğa hazinenin konumu hakkında yalan söylemiş, hesabını da çocuğa kitleyerek handan ayrılmıştı.
Gelelim Ohana'nın bu hikayeyi neden tayfasıyla paylaşmadığına... Alexander ile uzun bir süredir yolculuk etmiyor olsa dahi nasıl birisi olduğunu az çok anlamayı başarmıştı. O hazinelerle ve benzeri şeylerle ilgilenen bir karakter değildi. Ona direkt olarak söyleseydi Alexander, böyle şeylerle uğraşacak vakitleri olmadığını, kurtarılacak insanların olduğundan falan bahsederdi. Açıkçası Ohana'nın nasihat dinlemek gibi bir niyeti yoktu, özellikle yeni bir yer görme fırsatına sahipken. Hem günün sonunda Spider Miles'a gideceklerdi, yani yalan söylemiş de sayılmazdı. Sadece ondan önce birkaç saatliğine bir yerde duracaklardı.
Günün erken saatlerinde erzak tazelemek için durdukları adada herkes kendisine verilen görevi yapmak için şehrin dört bir tarafına dağılmıştı. Şehrin merkezinde bulunan dükkanlardan birinden yiyecek içecek alışverişini yaptıktan sonra siparişi hazırlanırken bir hana oturmuş ve çevresindeki insanları dinlemeye başlamıştı. Hemen arkasındaki masadaki bir sohbet dikkatini çekmiş ve kulağını onlara kabartmıştı. Genç bir çocuk hararetli bir şekilde korsanlardan bir hazine haritası çaldığını fakat hazinenin nerede olduğuna dair herhangi bir fikri olmadığı konusunda yakınıyordu. Normalde hazine ve benzeri şeylerle ilgilenmiyor olsa da çocuğun adayla ilgili anlattığı abartı hikayeler ilgisini cezbetmişti. Çocuğun anlattığına göre hazinenin bulunduğu adada bir mağara bulunuyor, bu mağaranın içerisinde de daha önce görülmemiş canlılar yaşıyormuş. Bir insan gibi konuşabiliyorlar fakat insana benzemiyorlarmış. Burada yaşayan canlıların tek görevi ise gizli hazineyi korumakmış. Çocuk bu hikayeyi korsanlardan duyduğunu söylemesine rağmen Ohana pek inanmamıştı hikayeye. Yine de gidip görmemek için bir sebep olmadığını düşünerek çocuğun masasına gitmişti. Haritalardan anladığını, eskiden bir denizci olduğunu söyleyerek, biraz da kadınsı cazibesini kullanarak çocuğu haritayı göstermeye ikna etmişti. Harita her ne kadar yırtık pırtık ve eski olsa da hazinenin tahmini olarak nerede olduğunu anlaması için birkaç dakika bakınması yeterli olmuştu... Haritayı inceledikten sonra çocuğa hazinenin konumu hakkında yalan söylemiş, hesabını da çocuğa kitleyerek handan ayrılmıştı.
Gelelim Ohana'nın bu hikayeyi neden tayfasıyla paylaşmadığına... Alexander ile uzun bir süredir yolculuk etmiyor olsa dahi nasıl birisi olduğunu az çok anlamayı başarmıştı. O hazinelerle ve benzeri şeylerle ilgilenen bir karakter değildi. Ona direkt olarak söyleseydi Alexander, böyle şeylerle uğraşacak vakitleri olmadığını, kurtarılacak insanların olduğundan falan bahsederdi. Açıkçası Ohana'nın nasihat dinlemek gibi bir niyeti yoktu, özellikle yeni bir yer görme fırsatına sahipken. Hem günün sonunda Spider Miles'a gideceklerdi, yani yalan söylemiş de sayılmazdı. Sadece ondan önce birkaç saatliğine bir yerde duracaklardı.
Güneş ağır ağır göğe tırmanırken, güverteyi altınla gümüş arasında salınan bir ışık kaplıyordu. Tayfanın sesleri rüzgârla karışıyor, dalgaların köpüğü geminin yanlarını okşuyordu. Ben ise suskunluğun içinde oturuyordum; çünkü bazen bir kaptan, yolun nereye çıktığını bilse de bilmez gibi görünmelidir.
Dümen başında Ohana vardı. Ellerini ahşaba kenetlemişti; rüzgâr onun saçlarını savururken yüzünde ne çocukça bir gülümseme ne de büsbütün ağır bir ciddiyet vardı. O, rüzgârın ruhunu dinleyen biriydi. Gözlerinde, bir yolculuğu sıradan bir rotadan ayıran ince bir kıvılcım taşıyordu. Ben bunun adını koymadım. Çünkü her gözde görünen parıltının ardında, insanın kendi sessiz arayışı yatardı.
Sessizlik benim dilimdi. Bir insanın kalbini çözmek için sözlerine değil, nefeslerinin arasındaki boşluğa bakardım. O boşlukta, insanın kim olduğunu duyardım. Ohana’nın da boşlukları vardı. Belki rüzgârın oyunuydu, belki dalgaların dalgınlığı… Ama ben orada gençliğin aceleciliğini, denizin çağrısını, göğsünde yankılanan o sonsuz “daha fazlası” arzusunu işitiyordum.
Ben sormadım. Sormayacağım da. Çünkü sorulan her soru, sırrın büyüsünü yaralardı. Bazı sırlar insanın kendi yolunu açar; ve kaptan dediğin, o yolun üzerine gölge düşürmemeliydi. Benim işim, gemiyi fırtınadan sağ çıkarmaktır; ruhların fırtınasıyla hesaplaşmak, her yolcunun kendi payına düşerdi.
İçimde hâlâ taş gibi ağır bir sessizlik var.dı Eleni’nin bakışı, Leon’un susturulmuş sesi… Onlar bana öğretti ki: İnsan bazen en büyük yükünü taşırken bile başkasının yükünü taşıyamazdı. Bu yüzden ben susuyordum, susarken de gözlerimi denize veriyordum.
Deniz konuşuyordu: köpükleriyle, tuzlu soluğuyla, uzak ufuklara çarpan ışıltısıyla. Ve ben, kendi fırtınamın içinde, onun sesini dinledim. Çünkü her kaptan bilir: Bazı yolculukların cevabı, ne haritalarda yazılıdır ne de kelimelerde. Cevap, yalnızca dalgaların arasında saklıdır.
Dümen başında Ohana vardı. Ellerini ahşaba kenetlemişti; rüzgâr onun saçlarını savururken yüzünde ne çocukça bir gülümseme ne de büsbütün ağır bir ciddiyet vardı. O, rüzgârın ruhunu dinleyen biriydi. Gözlerinde, bir yolculuğu sıradan bir rotadan ayıran ince bir kıvılcım taşıyordu. Ben bunun adını koymadım. Çünkü her gözde görünen parıltının ardında, insanın kendi sessiz arayışı yatardı.
Sessizlik benim dilimdi. Bir insanın kalbini çözmek için sözlerine değil, nefeslerinin arasındaki boşluğa bakardım. O boşlukta, insanın kim olduğunu duyardım. Ohana’nın da boşlukları vardı. Belki rüzgârın oyunuydu, belki dalgaların dalgınlığı… Ama ben orada gençliğin aceleciliğini, denizin çağrısını, göğsünde yankılanan o sonsuz “daha fazlası” arzusunu işitiyordum.
Ben sormadım. Sormayacağım da. Çünkü sorulan her soru, sırrın büyüsünü yaralardı. Bazı sırlar insanın kendi yolunu açar; ve kaptan dediğin, o yolun üzerine gölge düşürmemeliydi. Benim işim, gemiyi fırtınadan sağ çıkarmaktır; ruhların fırtınasıyla hesaplaşmak, her yolcunun kendi payına düşerdi.
İçimde hâlâ taş gibi ağır bir sessizlik var.dı Eleni’nin bakışı, Leon’un susturulmuş sesi… Onlar bana öğretti ki: İnsan bazen en büyük yükünü taşırken bile başkasının yükünü taşıyamazdı. Bu yüzden ben susuyordum, susarken de gözlerimi denize veriyordum.
Deniz konuşuyordu: köpükleriyle, tuzlu soluğuyla, uzak ufuklara çarpan ışıltısıyla. Ve ben, kendi fırtınamın içinde, onun sesini dinledim. Çünkü her kaptan bilir: Bazı yolculukların cevabı, ne haritalarda yazılıdır ne de kelimelerde. Cevap, yalnızca dalgaların arasında saklıdır.
Hava oldukça rüzgarlıydı. Bu bir korsan için sevindirici bir şey olsa da şu an geminin pruvasında oturan ben için pek de hoş bir deneyim değildi. Arkadan esen rüzgar öylesine kuvvetleniyordu ki bazen beni alıp aşağı atacakmış gibi hissediyordum. Ohana, Spider Miles'a gittiğimizi söylemişti fakat nedenini söylememişti. Eğer söylediyse de ben duymamıştım.
Zale'nin gemideki ilk günüydü ve doğrusu, tayfada olduğu için neredeyse sevinç dansı yapacağım tek kişi oydu. Zira bir aşçımız olmuştu artık. Ondan önce hepimiz sırayla bir şeyler pişirirdik ve açıkçası hiçbiri de olağan koşullarda yemek diye önümüze konacak şeylerden sayılmazdı. Pestil edilmiş meyvelere, çiğ balıklara ve tatsız tutsuz her şeye veda edeceğimiz bir gün olacaktı. En azından öyle umuyordum.
Pruvadan geriye dönüp güverteye indim. Maksadım hem ayaklarımı açmak hem de Zale'nin yanına giderek kokuyla bile olsa karnımı doyurmaya başlamaktı. Kaptan Alexander bir köşede sessizce oturuyordu. Bir şey demedim ve kısa bir göz temasında yalnızca başımı sallayarak selam vermekle yetinmiştim. Dümenden dümende durduğu her yanından belli olan denizdaşım Ohana'ya ise el kaldırarak selam verip yürümeye devam ettim.
Zale'ye ayrılan kısım derme çatma bir mutfaktı ama mutfaktı. İçinde ocak tütüyordu. Zale için bu yeterli miydi bilemiyorum ancak benim için yeterli görünüyordu. Mutfağa girdikten sonra Zale'ye selam verecek ve yemeğin durumuna bakacaktım. Tok açın halinden anlar diye umuyordum...
Zale'nin gemideki ilk günüydü ve doğrusu, tayfada olduğu için neredeyse sevinç dansı yapacağım tek kişi oydu. Zira bir aşçımız olmuştu artık. Ondan önce hepimiz sırayla bir şeyler pişirirdik ve açıkçası hiçbiri de olağan koşullarda yemek diye önümüze konacak şeylerden sayılmazdı. Pestil edilmiş meyvelere, çiğ balıklara ve tatsız tutsuz her şeye veda edeceğimiz bir gün olacaktı. En azından öyle umuyordum.
Pruvadan geriye dönüp güverteye indim. Maksadım hem ayaklarımı açmak hem de Zale'nin yanına giderek kokuyla bile olsa karnımı doyurmaya başlamaktı. Kaptan Alexander bir köşede sessizce oturuyordu. Bir şey demedim ve kısa bir göz temasında yalnızca başımı sallayarak selam vermekle yetinmiştim. Dümenden dümende durduğu her yanından belli olan denizdaşım Ohana'ya ise el kaldırarak selam verip yürümeye devam ettim.
Zale'ye ayrılan kısım derme çatma bir mutfaktı ama mutfaktı. İçinde ocak tütüyordu. Zale için bu yeterli miydi bilemiyorum ancak benim için yeterli görünüyordu. Mutfağa girdikten sonra Zale'ye selam verecek ve yemeğin durumuna bakacaktım. Tok açın halinden anlar diye umuyordum...
'Bu tuzlu meltem mi böyle? Genzimi yakaaanğnnn?'
Bir kaç saat olmuştu bu küçük kayıktan bozma gemiciğe adım atalı. Başka bir gemi, başka bir macera. Bambaşka yüzler. Hepsinin hikayesi ve anlatacakları onlarca şey olan kişiler. Zale bu hikayelerle ne denli ilgileniyordu diye soracak olursanız cevap neredeyse hiç olurdu. İçine kapanmak konusunda bir dünya markası olmaya emin adımlarla ilerleyen bir kaptanları vardı. Sessizdi, mutsuzdu ama sağlam duruyordu. Rotacı kız eğlenceli birine benziyordu. Kızı düşündüğü an kafasının içinde bir ampul patlayıverdi. 'Asla tayfandan birine yavşama.' Bir de Kaiza vardı. Oda genel temaya uyan bir tipti. Bu kadar az konuşan bir grubun nasıl bir araya geldiği muhtemelen ilginç bir hikaye olmalıydı.
Karnı yavaş yavaş acıkmaya başlayınca. Küçücük, göt içi kadar mutfağa yollandı. En azından kendi ekipmanlarını getirmeyi akıl etmişti bu sefer. Bir önceki gemide kömür karası bir tavanın içinde pişirmek zorunda kalmıştı yemeği ve ertesi gün herkesin midesi bi garipti.
Biraz kuzu eti almıştı. Et mutlaka tüketilmesi gereken önemli bir besindi. Özellikle tayfasındaki kaslı iki adamı düşününce onların vücuduna protein girmesi elzemdi. Ufak bir salata yapmak için domates kesti, salatalık doğradı. Üzerine limon sıkıp zeytinyağıyla harmanladı. İş görecek enerji verecek bir salataydı. Haşlanan kuzu kıvama gelince güzelce tuzladı ve herkesi sofraya çağırdı. Kaiza zaten çoktan gelmişti. Zale onun verdiği selamı duymuş ancak cevap verememişti çünkü içinden sayı sayıyordu etin doğru haşlanabilmesi için.
Herkes masaya oturduğunda, en son takıldığı garson kızdan öğrendiği bir kaç tüyoyu kullanarak hızlıca masayı hazırladı. Ortaya salatayı koydu. Herkesin tabağına kuzu etlerini yerleştirdi ve son olarak içki servisini yaptı.
"Bazıları bunun koktuğunu söylüyorlar. O yüzden yemiyorlar." diye lafa girdi kuzu etinden bahsederek. "Kokar derler, ama et, kuzu etidir. Yenecek et de kuzu etidir."
Bir kaç saat olmuştu bu küçük kayıktan bozma gemiciğe adım atalı. Başka bir gemi, başka bir macera. Bambaşka yüzler. Hepsinin hikayesi ve anlatacakları onlarca şey olan kişiler. Zale bu hikayelerle ne denli ilgileniyordu diye soracak olursanız cevap neredeyse hiç olurdu. İçine kapanmak konusunda bir dünya markası olmaya emin adımlarla ilerleyen bir kaptanları vardı. Sessizdi, mutsuzdu ama sağlam duruyordu. Rotacı kız eğlenceli birine benziyordu. Kızı düşündüğü an kafasının içinde bir ampul patlayıverdi. 'Asla tayfandan birine yavşama.' Bir de Kaiza vardı. Oda genel temaya uyan bir tipti. Bu kadar az konuşan bir grubun nasıl bir araya geldiği muhtemelen ilginç bir hikaye olmalıydı.
Karnı yavaş yavaş acıkmaya başlayınca. Küçücük, göt içi kadar mutfağa yollandı. En azından kendi ekipmanlarını getirmeyi akıl etmişti bu sefer. Bir önceki gemide kömür karası bir tavanın içinde pişirmek zorunda kalmıştı yemeği ve ertesi gün herkesin midesi bi garipti.
Biraz kuzu eti almıştı. Et mutlaka tüketilmesi gereken önemli bir besindi. Özellikle tayfasındaki kaslı iki adamı düşününce onların vücuduna protein girmesi elzemdi. Ufak bir salata yapmak için domates kesti, salatalık doğradı. Üzerine limon sıkıp zeytinyağıyla harmanladı. İş görecek enerji verecek bir salataydı. Haşlanan kuzu kıvama gelince güzelce tuzladı ve herkesi sofraya çağırdı. Kaiza zaten çoktan gelmişti. Zale onun verdiği selamı duymuş ancak cevap verememişti çünkü içinden sayı sayıyordu etin doğru haşlanabilmesi için.
Herkes masaya oturduğunda, en son takıldığı garson kızdan öğrendiği bir kaç tüyoyu kullanarak hızlıca masayı hazırladı. Ortaya salatayı koydu. Herkesin tabağına kuzu etlerini yerleştirdi ve son olarak içki servisini yaptı.
"Bazıları bunun koktuğunu söylüyorlar. O yüzden yemiyorlar." diye lafa girdi kuzu etinden bahsederek. "Kokar derler, ama et, kuzu etidir. Yenecek et de kuzu etidir."
Kısa bir süre önce…
North Blue’da küçük bir ada…
North Blue’da küçük bir ada…
Buraya “Pus Toprakları” deniyordu… Güneş’in altında cayır cayır yanan topraklara sahip bir yere bu ismi vermenin hangi aklı başında kişi tarafından önerildiği ve bunun nasıl kabul gördüğü konusunda, burada yaşayanların bile bir bilgisi yoktu. İşin daha ilginç tarafı, burada yaşayan kişiler bunu sorgulamayı bırakacak kadar uzun zamandır burada yaşıyorlardı. Pusa dair hiçbir izin olmadığı bu ada tek bir doğal koya sahip olup, adanın kıyıları kayalıklar ve taşlı sahillerle çevriliydi. Küçük bir ada denilemese bile, yerleşim yerine uygunluğu bakımından çok da verimli olduğu söylenemezdi. Düzlükten uzak yeryüzü yapısı ve kayalık zemin gibi etmenlerden dolayı, bu topraklar tarıma ve yerleşmeye pek uygun görünmüyordu. Buna rağmen, eski ama sağlam duran ahşap iskele ve iskeleye yanaşmış küçük balıkçı tekneleri, bu topraklarda hareketlilik olduğunu da açıkça gösteriyordu. Belki bu yüzden adına pus konulmuşsa da, genel olarak düşünüldüğünde hala çok mantıklı gelmiyordu kulağa…
Adanın kuzeyinde küçük bir orman ve hafif yükselen bir tepe sahilden görülebiliyordu. Orman, seyrek ağaçlardan ibaret, başka bir toprakta belki de çalılık denecek kadar az ağaca sahip gibiydi. Tepe ise, herhangi kara parçasına yakışmayan çirkinlikte, saçma yükseltiler ve kayaların dengesiz duruşlarıyla absürt bir görüntü yaratıyordu. Muhtemelen tepenin zirvesinden tüm ada rahatlıkla görülebilir duruyordu. Adanın kenarlarında bazı kayalık çıkıntılar, küçük deniz mağaralarının veya gizli koyların olabileceğini gösteriyordu. Fakat dikkatli gözlerle bakıldığında, tüm bunların sadece biçimsiz kayalardan ibaret olduğu anlaşılabiliyordu.
Sahil kesiminden iç kesimlere doğru ilerlenmeye başladığında, ilginç bir şekilde adanın zeminini oluşturan kayaların tek tek ve belirsiz aralıklarla sıralandığı görülebiliyordu. Ancak bunların doğal bir oluşumdan ibaret olmadığı, daha ilk bakışta anlaşılabilir görünüyordu. Bir şekilde neredeyse bir insan boyutunun birkaç katı büyüklüğünde kayaların, bilinçli bir şekilde buraya getirildikleri aşikardı. Zemine döşeli çimlerin kayaların etrafında olmamasına ve çıplak toprağın varlığına bakıldığında, bu kayalar ile bir şeyler yapıldığı düşünmek gayet mümkündü. Fakat kayaların uzun zamandır sabit bir şekilde oldukları yerde bulundukları da aynı oranda açıkça görülüyordu. Etraflarında yuvarlama veya taşımanın yaratacağı baskının izlerine dair hiçbir emare bulunmuyordu. 50’ye yakın bu tür kayalar, bir nevi yerleşkeye ulaşmak için yol görevi görüyordu gibiydi.
Adanın iç kesimleri, yerleşime en uygun görünen yer gibi duruyordu. Taş ve ahşap karışımı en fazla üç katlı yapılar, çoktan çatılarında yosunlara ev sahipliği yapmaya başlamış görünüyordu. Dışarıdan bakıldığında, sanki yıllardır terk edilmiş gibi göründüklerini söylemek mümkündü. Ancak pencerelerinden sızan ışık ve bacalardan gelen duman, bu yapıların içerisinde hayat olduğunu belli ediyordu. Evlerin arasında dar taş yollar uzanıyor, her adımda hafifçe çakılların hışırtısı duyuluyordu. Küçük bir meydan, adanın merkezi konumunda görünüyordu. Taş döşemeleri aşınmış, ortasında yaşlı ve ucundan su sızan bir çeşme bulunuyordu. Meydanın kenarında birkaç pazar tezgahı, asılı lambalar ve eski ahşap sandalyeler yer alıyordu. Ancak hepsi terk edilmiş gibiydi… Gecenin çöken karanlığına emanet edilmiş olsalar bile, sahipleri asla geri dönmeyecek gibi apaçıkta bırakmıştı her şeyi.
Pus Toprakları, gündüzleri nasıl bilinmez ama geceleri pek de ses ve gürültü barındırmayan bir yerdi. İnsanların evlerine çekilip dinlenmeyi seçtiği ve ertesi gün hayatlarını idame ettirmek için güçlerini topladığı bir zaman diliminden ibaretti. Fakat bu dinginlik, kimi geceler, yerleşkenin tepeye yakın kesimlerinden gelen bağırtılarla yok oluyordu. Ve bu gece de, işte tam o gecelerden biriydi…
Kıyıya ayak bastığınız anda, nereye geldiğiniz konusunda tam bir fikriniz bulunmasa bile, görüş açınız içerisinde şöyle bir adayı taradığınızda ne tarafa doğru gitmeniz gerektiğini anlayabiliyorsunuz. Etrafta ne bir korsan ne de bir denizci gemisi bulunmaması ve sadece birkaç küçük balıkçı teknesinin kıyıya bağlanmış olması, pek de uğrak olmayan topraklara ulaştığınızı gösteriyor. Bununla birlikte, adanın iç kesimlerinden sızan ince ışıklarla, yaşamın adanın hangi bölümünde olduğunu anlayabiliyorsunuz. Pek de vakit kaybetmeden ilerlemeye başladığınızda, taşlıkların hızla yeşilliğe döndüğünü ve yeşilliklerin arasında iğreti duran kayaları fark ediyorsunuz. Kayaların sizi ışıkların yoğunlaştığı yere götüreceğini fark ederek ilerlemeyi sürdürüyor, ancak bir yandan da yaklaşık 15 dakikadır yürüyor olmanıza rağmen kimseye denk gelmemiş olmanızı sorguluyorsunuz. Kayalar devam ediyor, adımlarınız devam ediyor, ışıklar yaklaşıyor, ancak yaşam belirtisi kendisini göstermiyor… Ta ki yanınızdan hızla koşup geçen 10 yaşlarında iki çocuğu görüp duyana kadar…
Çocuklar yanınızdan şimşek gibi geçip giderken, onların bir yerlere yetişmeye çalıştığını anlayabiliyorsunuz. Dolayısıyla çocukların gittikleri güzergahı gözlerinizle takip ediyor ve adımlarınızı da buna göre atmaya başlıyorsunuz. Yerleşkenin olduğu yere geldiğinizde, evlerden sızan ışıkları görseniz bile, içlerinde sadece birkaç ihtiyar erkek ve kadın görebiliyorsunuz. Ne var ki, yerleşkenin tepeye yakın kısımlarından gelen bir uğultu, tüm dikkatinizin oraya yönelmesine neden oluyor. Çocukların ilerleyişi de bu yere doğru gibi göründüğünden, kulaklarınızı keskinleştirerek adımlarınızı atmayı sürdürüyorsunuz.
Yerleşkenin merkezindeki su damlatan çeşmeyi geride bırakmanızın ardından, duyduğunuz uğultular daha da şekilleniyor ve insanların coşkuyla dolan bağırtılarına dönüşüyor. Sanki bir şeyler için tempo tutan ve tezahürat eden kalabalıktan çıkan sesleri anlayabilmek hala mümkün olmuyor. Fakat adımlarınız ilerledikçe, uğultu ve bağırtıların arasında “Vur!”, “İndir!”, “Bastır!” gibi saldırgan ifadeleri sezebiliyorsunuz. Normalde insanı tedirgin edecek olsa bile, duyduğunuz bu seslerin altındaki coşku, ters giden bir olayın değil de zevk alınan bir hadisenin yaşandığını gösteriyor gibi. Nitekim seslere iyice yaklaşmanızla birlikte, bir köy dolusu insanın bir çember şeklinde sıralanmış olduğunu, coşkulu, heyecanlı ve yerlerinde duramaz bir şekilde bağırdıklarını görüyorsunuz.
Kalabalığa yaklaşıp neler olup bittiğini daha iyi anlamak ve kendi gözlerinizle görmek istiyorsunuz. Bunun için dört sıra şeklinde dizilmiş ve birbirleri itip kakmadan duran kalabalığın arkasında durduğunuzda, büyük taşlarla çember olarak çevrelenmiş bir alanın içinde iki tane iri sayılabilecek adamın birbirlerini yumrukladığını görüyorsunuz. Taşlar, tıpkı yerleşkeye gelirken gördüğünüz kayalar gibi yıllardır oldukları yerde sabitlenmiş gibi duruyorlar. Fakat içerisinde birbirini pataklayan ikilinin, bu konularda pek de ihtisas sahibi olmadıklarını da rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Nitekim, diğerine göre daha esmer olan adamın indirdiği yumrukla, diğer adam yere serildiği anda, kalabalığın büyük bir kısmı sevinçle bağırmaya başlarken, geri kalan kısmı da sanki dövüşü kendileri kaybetmiş gibi lanetler okuyup küfretmeye başlıyorlar. Çocuk ve yetişkin ayırt etmeksizin sıralanan kalabalık içerisinde dolanan bir adam elindeki kağıt parçalarını sevinen kalabalığa dağıtmaya başlarken, bir anda alanın ortasına atlayan, 170 santim boylarında, şişman ve kel kafalı bir adam “Bu Yarma John’un dördüncü galibiyeti!” diye bağırıyor. Yaklaşık 180 santim boyunda olmasına ve pek de yarma gibi durmamasına rağmen, dövüşü kazanan John’un hem galibiyetiyle hem de lakabıyla övündüğünü rahatlıkla görebiliyorsunuz. Dövüşü kaybeden adam ise yerde biraz debelendikten sonra ayağa kalkmaya çalışıyor ve bakışlarını John’a doğru çevirmesinin ardından kocaman bir gülümsemeyle kırılan iki dişini göstererek “Yakında dişim kalmayacak!” diyor. Yarma John ise adamı tutup yerden kaldırıyor ve ona sarıldıktan sonra “Merak etme, şampiyonu indirdikten sonra hepsini kendim yaptıracağım!” diyor.
Yarma John ve mağlup olmuş rakibi taşla çevrilmiş alandan çıkmak için hazırlanırken kel kafalı adam bu kez “Şimdi kim kapışmak ister? Şampiyona ulaşmak için 5 galibiyet almanız yeter! Şu an Yarma John buna en yakın dövüşçü! Şampiyonla kapışıp, o yabancıyı evine postalamak isteyen yok mu?” diye bağırmaya başlıyor. Kel kafalı adamın bu sözleriyle kalabalık arasında bir hareketlenme başlıyor ve tam bu esnada kel kafalı adamın bakışları üzerinize dönüyor ve “Siz baylar! Sizler de yabancısınız! Yoksa şampiyonumuzun namını duyup onu alt etmeye mi geldiniz? Ne duruyorsunuz? Bileğinize güveniyorsanız, atlasanıza!” diye bağırıyor. Kel adamın bu bakışları bir anda kalabalığın bakışlarını üzerinizde hissetmenize neden oluyor. Kimileri sizi bakışlarıyla ölçüp tartarken, kimileri de boyunuzdan posunuzdan pek etkilenmemiş ve sizi yetersiz görmüş gibi burun kıvırıyorlar.
Adanın kuzeyinde küçük bir orman ve hafif yükselen bir tepe sahilden görülebiliyordu. Orman, seyrek ağaçlardan ibaret, başka bir toprakta belki de çalılık denecek kadar az ağaca sahip gibiydi. Tepe ise, herhangi kara parçasına yakışmayan çirkinlikte, saçma yükseltiler ve kayaların dengesiz duruşlarıyla absürt bir görüntü yaratıyordu. Muhtemelen tepenin zirvesinden tüm ada rahatlıkla görülebilir duruyordu. Adanın kenarlarında bazı kayalık çıkıntılar, küçük deniz mağaralarının veya gizli koyların olabileceğini gösteriyordu. Fakat dikkatli gözlerle bakıldığında, tüm bunların sadece biçimsiz kayalardan ibaret olduğu anlaşılabiliyordu.
Sahil kesiminden iç kesimlere doğru ilerlenmeye başladığında, ilginç bir şekilde adanın zeminini oluşturan kayaların tek tek ve belirsiz aralıklarla sıralandığı görülebiliyordu. Ancak bunların doğal bir oluşumdan ibaret olmadığı, daha ilk bakışta anlaşılabilir görünüyordu. Bir şekilde neredeyse bir insan boyutunun birkaç katı büyüklüğünde kayaların, bilinçli bir şekilde buraya getirildikleri aşikardı. Zemine döşeli çimlerin kayaların etrafında olmamasına ve çıplak toprağın varlığına bakıldığında, bu kayalar ile bir şeyler yapıldığı düşünmek gayet mümkündü. Fakat kayaların uzun zamandır sabit bir şekilde oldukları yerde bulundukları da aynı oranda açıkça görülüyordu. Etraflarında yuvarlama veya taşımanın yaratacağı baskının izlerine dair hiçbir emare bulunmuyordu. 50’ye yakın bu tür kayalar, bir nevi yerleşkeye ulaşmak için yol görevi görüyordu gibiydi.
Adanın iç kesimleri, yerleşime en uygun görünen yer gibi duruyordu. Taş ve ahşap karışımı en fazla üç katlı yapılar, çoktan çatılarında yosunlara ev sahipliği yapmaya başlamış görünüyordu. Dışarıdan bakıldığında, sanki yıllardır terk edilmiş gibi göründüklerini söylemek mümkündü. Ancak pencerelerinden sızan ışık ve bacalardan gelen duman, bu yapıların içerisinde hayat olduğunu belli ediyordu. Evlerin arasında dar taş yollar uzanıyor, her adımda hafifçe çakılların hışırtısı duyuluyordu. Küçük bir meydan, adanın merkezi konumunda görünüyordu. Taş döşemeleri aşınmış, ortasında yaşlı ve ucundan su sızan bir çeşme bulunuyordu. Meydanın kenarında birkaç pazar tezgahı, asılı lambalar ve eski ahşap sandalyeler yer alıyordu. Ancak hepsi terk edilmiş gibiydi… Gecenin çöken karanlığına emanet edilmiş olsalar bile, sahipleri asla geri dönmeyecek gibi apaçıkta bırakmıştı her şeyi.
Pus Toprakları, gündüzleri nasıl bilinmez ama geceleri pek de ses ve gürültü barındırmayan bir yerdi. İnsanların evlerine çekilip dinlenmeyi seçtiği ve ertesi gün hayatlarını idame ettirmek için güçlerini topladığı bir zaman diliminden ibaretti. Fakat bu dinginlik, kimi geceler, yerleşkenin tepeye yakın kesimlerinden gelen bağırtılarla yok oluyordu. Ve bu gece de, işte tam o gecelerden biriydi…
Kıyıya ayak bastığınız anda, nereye geldiğiniz konusunda tam bir fikriniz bulunmasa bile, görüş açınız içerisinde şöyle bir adayı taradığınızda ne tarafa doğru gitmeniz gerektiğini anlayabiliyorsunuz. Etrafta ne bir korsan ne de bir denizci gemisi bulunmaması ve sadece birkaç küçük balıkçı teknesinin kıyıya bağlanmış olması, pek de uğrak olmayan topraklara ulaştığınızı gösteriyor. Bununla birlikte, adanın iç kesimlerinden sızan ince ışıklarla, yaşamın adanın hangi bölümünde olduğunu anlayabiliyorsunuz. Pek de vakit kaybetmeden ilerlemeye başladığınızda, taşlıkların hızla yeşilliğe döndüğünü ve yeşilliklerin arasında iğreti duran kayaları fark ediyorsunuz. Kayaların sizi ışıkların yoğunlaştığı yere götüreceğini fark ederek ilerlemeyi sürdürüyor, ancak bir yandan da yaklaşık 15 dakikadır yürüyor olmanıza rağmen kimseye denk gelmemiş olmanızı sorguluyorsunuz. Kayalar devam ediyor, adımlarınız devam ediyor, ışıklar yaklaşıyor, ancak yaşam belirtisi kendisini göstermiyor… Ta ki yanınızdan hızla koşup geçen 10 yaşlarında iki çocuğu görüp duyana kadar…
“Lanet olsun geç kaldık! Çoktan başlamıştır!”
Çocuklar yanınızdan şimşek gibi geçip giderken, onların bir yerlere yetişmeye çalıştığını anlayabiliyorsunuz. Dolayısıyla çocukların gittikleri güzergahı gözlerinizle takip ediyor ve adımlarınızı da buna göre atmaya başlıyorsunuz. Yerleşkenin olduğu yere geldiğinizde, evlerden sızan ışıkları görseniz bile, içlerinde sadece birkaç ihtiyar erkek ve kadın görebiliyorsunuz. Ne var ki, yerleşkenin tepeye yakın kısımlarından gelen bir uğultu, tüm dikkatinizin oraya yönelmesine neden oluyor. Çocukların ilerleyişi de bu yere doğru gibi göründüğünden, kulaklarınızı keskinleştirerek adımlarınızı atmayı sürdürüyorsunuz.
Yerleşkenin merkezindeki su damlatan çeşmeyi geride bırakmanızın ardından, duyduğunuz uğultular daha da şekilleniyor ve insanların coşkuyla dolan bağırtılarına dönüşüyor. Sanki bir şeyler için tempo tutan ve tezahürat eden kalabalıktan çıkan sesleri anlayabilmek hala mümkün olmuyor. Fakat adımlarınız ilerledikçe, uğultu ve bağırtıların arasında “Vur!”, “İndir!”, “Bastır!” gibi saldırgan ifadeleri sezebiliyorsunuz. Normalde insanı tedirgin edecek olsa bile, duyduğunuz bu seslerin altındaki coşku, ters giden bir olayın değil de zevk alınan bir hadisenin yaşandığını gösteriyor gibi. Nitekim seslere iyice yaklaşmanızla birlikte, bir köy dolusu insanın bir çember şeklinde sıralanmış olduğunu, coşkulu, heyecanlı ve yerlerinde duramaz bir şekilde bağırdıklarını görüyorsunuz.
Kalabalığa yaklaşıp neler olup bittiğini daha iyi anlamak ve kendi gözlerinizle görmek istiyorsunuz. Bunun için dört sıra şeklinde dizilmiş ve birbirleri itip kakmadan duran kalabalığın arkasında durduğunuzda, büyük taşlarla çember olarak çevrelenmiş bir alanın içinde iki tane iri sayılabilecek adamın birbirlerini yumrukladığını görüyorsunuz. Taşlar, tıpkı yerleşkeye gelirken gördüğünüz kayalar gibi yıllardır oldukları yerde sabitlenmiş gibi duruyorlar. Fakat içerisinde birbirini pataklayan ikilinin, bu konularda pek de ihtisas sahibi olmadıklarını da rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Nitekim, diğerine göre daha esmer olan adamın indirdiği yumrukla, diğer adam yere serildiği anda, kalabalığın büyük bir kısmı sevinçle bağırmaya başlarken, geri kalan kısmı da sanki dövüşü kendileri kaybetmiş gibi lanetler okuyup küfretmeye başlıyorlar. Çocuk ve yetişkin ayırt etmeksizin sıralanan kalabalık içerisinde dolanan bir adam elindeki kağıt parçalarını sevinen kalabalığa dağıtmaya başlarken, bir anda alanın ortasına atlayan, 170 santim boylarında, şişman ve kel kafalı bir adam “Bu Yarma John’un dördüncü galibiyeti!” diye bağırıyor. Yaklaşık 180 santim boyunda olmasına ve pek de yarma gibi durmamasına rağmen, dövüşü kazanan John’un hem galibiyetiyle hem de lakabıyla övündüğünü rahatlıkla görebiliyorsunuz. Dövüşü kaybeden adam ise yerde biraz debelendikten sonra ayağa kalkmaya çalışıyor ve bakışlarını John’a doğru çevirmesinin ardından kocaman bir gülümsemeyle kırılan iki dişini göstererek “Yakında dişim kalmayacak!” diyor. Yarma John ise adamı tutup yerden kaldırıyor ve ona sarıldıktan sonra “Merak etme, şampiyonu indirdikten sonra hepsini kendim yaptıracağım!” diyor.
Yarma John ve mağlup olmuş rakibi taşla çevrilmiş alandan çıkmak için hazırlanırken kel kafalı adam bu kez “Şimdi kim kapışmak ister? Şampiyona ulaşmak için 5 galibiyet almanız yeter! Şu an Yarma John buna en yakın dövüşçü! Şampiyonla kapışıp, o yabancıyı evine postalamak isteyen yok mu?” diye bağırmaya başlıyor. Kel kafalı adamın bu sözleriyle kalabalık arasında bir hareketlenme başlıyor ve tam bu esnada kel kafalı adamın bakışları üzerinize dönüyor ve “Siz baylar! Sizler de yabancısınız! Yoksa şampiyonumuzun namını duyup onu alt etmeye mi geldiniz? Ne duruyorsunuz? Bileğinize güveniyorsanız, atlasanıza!” diye bağırıyor. Kel adamın bu bakışları bir anda kalabalığın bakışlarını üzerinizde hissetmenize neden oluyor. Kimileri sizi bakışlarıyla ölçüp tartarken, kimileri de boyunuzdan posunuzdan pek etkilenmemiş ve sizi yetersiz görmüş gibi burun kıvırıyorlar.
Zale'e selam vermiştim ama nasıl bir lavuğa çattıysak selamımı almamıştı. Bu duruma bozulmuştum elbette fakat nihayetinde pişen etin kokusu beni ezdikçe eziyordu. Bu yüzden sessizce sofraya oturdum ve beklemeye başladım. Benden başka kimsenin olmaması biraz kötü hissettirmişti. Tayfanın tek aç köpeği ben olmamalıydım. Neyse ki bu utancım zamanla diğerlerinin gelmesi ile yok olmuştu. Sofrada herkes yerine konduğu gibi "De haydi o yemeği yapacaksan yap lov" diye bağırmıştım. Elə dümdük? Yok, içimden. Aşçımızdır sonuçta.
Nihayetinde sofra kurulmuş ve aşçımızın elinden ilk yemeği yemiştik. Kuzu eti hakkında ufak bir malumat vermişti. "Tabii canım, kokar tabii, ettir sonuçta. Ama.." dedim Ohana'yı göstererek devam ettim. "Şu çocuğa da bi' dürüm yapsanız. Beslememiz lazım, bizim rotacımız o ya." dedim. Zira Ohana daha çocuk sayılırdı ve bacağım kadar boyu vardı. Öyle ki bazen dümenden etrafını göremeyeceğinden korkuyordum. Hem de denizdaş olduğumuzu öğrendiğimden beri kendisine bir hemşerilik yakınlığı hissediyordum.
Gemiden indiğimizde Ohana bize "Pus Adaları"na geldiğimizi söylüyordu. Oysa hava 50 dereceden belki az gibi duruyordu. Nemden de olabilirdi tabii. Bir şikayetim yoktu ama ada çok da bir sikime benzemiyordu açıkçası. Ağaç yoktu. Yürünecek toprak yoktu. Çok zengin bir köye de benzemiyordu. Zira yolları yok dense yanlış olmayacak bir durum vardı. Köye doğru ilerlediğimizde ise makbul bir yerleşim yeri buluyorduk ancak her şey sanki terk edilmişçesine ortadaydı. Sanıyorum ki Ohana'ya dürüm ısmarladığım için pişman olduğumuz dakikalardaydık.
Köy içinde biraz gezindiğimizde tepedeki ışıkları fark ediyor ve oraya doğru ilerliyorduk. Bu mutlu edici bir haberdi tabii ki. Zira ne korsanların ne denizcilerin ayak basmadığı bu toprakların en azından hayaletli veya terk edilmiş bir ada olmadığına dair bir işaretti. Işığa doğru ilerlerken iki tane ayağım kadar boyu olan sıpa koşa koşa önümüzden ilerledi ve geç kaldıklarını söylemişti.
Çocukları takip ettiğimizde bir kalabalığın içinde buluyorduk kendimizi. Ancak beni heyecanlandıran kalabalığın attığı naralar olmuştu. Ömrüm boyunca kanımı kaynatan ünlemlerdi bunlar. Vur, kır, indir, bayılt, ÖLDÜR! Ortamın terli, metalik kokusun dolu dolu içime çektim. Ahhhh. Ohana, sana zurna dürümler feda olsun. Senden şüphe ettiğim için özür diliyorum.
Kalabalığı dirsek hareketleriyle yarıp yaklaşabildiğim kadar yaklaşmıştım. Gördüğüm bir noktada hayal kırıklığıydı elbette fakat yine de heyecanımdan biraz olsun dahi götürememişti. Her ne kadar amatör olursa olsunlar, iki kişinin birbirini pataklaması eğlenceli bir şeydi. Yarma John, o kimisi kimseyi yenmiş ve zafer pozlarını kesmeye başlamıştı. Yüzümde şapşal bir gülümseme oluşmuştu, istemsiz.
Kel kafalı adam sahneye yeniden çıktı ve Yarma John ile kimin dövüşmek istediğini sormuştu. Şampiyonla kapışmak için beş galibiyet almam gerektiğini ve nihayetinde de "yabancı" şampiyon ile dövüşmem isteniyordu. Tabii ki balıklama atlayacaktım. Önce Alexander'a bir bakış atacak ve ardından başımı hafifçe indirip kaldırarak icazet alarak ringe doğru ilerleyecektim. Kel adamın yanına gelince elimle "sus" işareti yapacak ve ardından jawline'ımı gösterdikten sonra ringe girmeye çalışacaktım.
Ringe girebilirsem de Sorbe Krallığı günlerimden beri kullandığım giriş şarkımı mırıldanacaktım. Bu tayfaya bir müzisyen de lazım. Buradan da duyurayım.
Nihayetinde sofra kurulmuş ve aşçımızın elinden ilk yemeği yemiştik. Kuzu eti hakkında ufak bir malumat vermişti. "Tabii canım, kokar tabii, ettir sonuçta. Ama.." dedim Ohana'yı göstererek devam ettim. "Şu çocuğa da bi' dürüm yapsanız. Beslememiz lazım, bizim rotacımız o ya." dedim. Zira Ohana daha çocuk sayılırdı ve bacağım kadar boyu vardı. Öyle ki bazen dümenden etrafını göremeyeceğinden korkuyordum. Hem de denizdaş olduğumuzu öğrendiğimden beri kendisine bir hemşerilik yakınlığı hissediyordum.
Gemiden indiğimizde Ohana bize "Pus Adaları"na geldiğimizi söylüyordu. Oysa hava 50 dereceden belki az gibi duruyordu. Nemden de olabilirdi tabii. Bir şikayetim yoktu ama ada çok da bir sikime benzemiyordu açıkçası. Ağaç yoktu. Yürünecek toprak yoktu. Çok zengin bir köye de benzemiyordu. Zira yolları yok dense yanlış olmayacak bir durum vardı. Köye doğru ilerlediğimizde ise makbul bir yerleşim yeri buluyorduk ancak her şey sanki terk edilmişçesine ortadaydı. Sanıyorum ki Ohana'ya dürüm ısmarladığım için pişman olduğumuz dakikalardaydık.
Köy içinde biraz gezindiğimizde tepedeki ışıkları fark ediyor ve oraya doğru ilerliyorduk. Bu mutlu edici bir haberdi tabii ki. Zira ne korsanların ne denizcilerin ayak basmadığı bu toprakların en azından hayaletli veya terk edilmiş bir ada olmadığına dair bir işaretti. Işığa doğru ilerlerken iki tane ayağım kadar boyu olan sıpa koşa koşa önümüzden ilerledi ve geç kaldıklarını söylemişti.
Çocukları takip ettiğimizde bir kalabalığın içinde buluyorduk kendimizi. Ancak beni heyecanlandıran kalabalığın attığı naralar olmuştu. Ömrüm boyunca kanımı kaynatan ünlemlerdi bunlar. Vur, kır, indir, bayılt, ÖLDÜR! Ortamın terli, metalik kokusun dolu dolu içime çektim. Ahhhh. Ohana, sana zurna dürümler feda olsun. Senden şüphe ettiğim için özür diliyorum.
Kalabalığı dirsek hareketleriyle yarıp yaklaşabildiğim kadar yaklaşmıştım. Gördüğüm bir noktada hayal kırıklığıydı elbette fakat yine de heyecanımdan biraz olsun dahi götürememişti. Her ne kadar amatör olursa olsunlar, iki kişinin birbirini pataklaması eğlenceli bir şeydi. Yarma John, o kimisi kimseyi yenmiş ve zafer pozlarını kesmeye başlamıştı. Yüzümde şapşal bir gülümseme oluşmuştu, istemsiz.
Kel kafalı adam sahneye yeniden çıktı ve Yarma John ile kimin dövüşmek istediğini sormuştu. Şampiyonla kapışmak için beş galibiyet almam gerektiğini ve nihayetinde de "yabancı" şampiyon ile dövüşmem isteniyordu. Tabii ki balıklama atlayacaktım. Önce Alexander'a bir bakış atacak ve ardından başımı hafifçe indirip kaldırarak icazet alarak ringe doğru ilerleyecektim. Kel adamın yanına gelince elimle "sus" işareti yapacak ve ardından jawline'ımı gösterdikten sonra ringe girmeye çalışacaktım.
Ringe girebilirsem de Sorbe Krallığı günlerimden beri kullandığım giriş şarkımı mırıldanacaktım. Bu tayfaya bir müzisyen de lazım. Buradan da duyurayım.
Toprağın haykırışını dinliyordum.
Bu ses, denizin binlerce yıldır anlattığı hikayelerden çok daha eski, çok daha ilkeldi. Arzuların yaladığı bir çemberin etrafında toplanmış kalabalığın uğultusu, geçmişin zindanlarından kaçmış bir canavar gibi kükrüyordu. Bu canavarı tanıyordum. Onu sayısız kez beslemiş, sayısız kez onunla aynı kafesi paylaşmıştım.
Gözlerimin kenarından bir hareketlilik seçtim. Kaiza. Ruhundaki arzu, arenadaki arzuyla bir olmuş, yerinde duramaz bir haldeydi. Bana döndü, konuşmadı. Sadece baktı. O parlak, hayat dolu gözlerinde bir soru vardı; bu şölene katılmak için bir izin. Başımı hafifçe eğdim. Bu bir onay değil, bir kabullenişti. Onun doğası buydu; o, fırtınanın kalbine doğru koşardı, ben ise fırtınanın nereden geldiğini anlamak için ufku izlerdim. O, kalabalığın arasına bir nehir gibi akarken, ben geride, sessizliğin kayalıklarında tek başıma kalırdım.
Benim için bu dövüş bir gösteri değildi. Bu, kelimelerin bittiği yerde başlayan o eski ve acımasız diyalogdu. Thermid'in çelik grisi gökleri altında bu dili öğrenmiştim. Orada her bir hareketin bir anlamı, her bir darbenin bir bedeli vardı. Dövüş, hayatta kalmanın ya da bir emri yerine getirmenin soğuk matematiğiydi; bir sanat değil, bir zorunluluktu. Buradaki ise farklıydı. Bir coşku, bir eğlence vardı. İnsanlar acıyı ve zaferi bir kadeh şarap gibi içiyorlardı. Bu israf, bu kutsal ve korkunç eylemin bir sirke dönüştürülmesi, midemi bulandırıyordu.
Zafer nedir ki? Bir anlığına daha uzun süre nefes alabilmek mi? Bir başkasının dizlerinin üzerine çöküşünü izlerken kendi ayaklarının üzerinde daha sağlam durduğunu hissetmek mi? Ben zaferin tadını bilirdim. Kandan ve demirden yapılmış bir kadehti o. İçtikçe daha çok susatır, kazandıkça daha çok kaybederdin. Kazandığın her dövüş, ruhundan bir parçayı söküp alırdı ve bir gün geriye, elinde paslı bir kılıç tutan boş bir zırhtan başka bir şey kalmazdı.
Bu adaya gelişimizde bir tuhaflık olduğunu seziyordum. Puslu bir his, rotamızda görünmeyen bir sapma... Denizin kendisi fısıldıyordu bunu. Rüzgar farklı esiyor, dalgalar kıyıya farklı bir hikaye anlatıyordu. Ve şimdi, bu kan ve coşku festivali... Bu, tesadüf olamazdı. Bu, bir yol üzerindeki basit bir durak değil, bir varış noktasıydı.
Denizdeyken dümeni Ohana'ya emanet etmiştim. Şimdi ise bu kara parçasında dümeni devir almak isteyen Kaiza'ya emanet etmiştim. Onun dahil olduğu bu kavganın bizi nereye götüreceğini merak ediyordum.
Bu ses, denizin binlerce yıldır anlattığı hikayelerden çok daha eski, çok daha ilkeldi. Arzuların yaladığı bir çemberin etrafında toplanmış kalabalığın uğultusu, geçmişin zindanlarından kaçmış bir canavar gibi kükrüyordu. Bu canavarı tanıyordum. Onu sayısız kez beslemiş, sayısız kez onunla aynı kafesi paylaşmıştım.
Gözlerimin kenarından bir hareketlilik seçtim. Kaiza. Ruhundaki arzu, arenadaki arzuyla bir olmuş, yerinde duramaz bir haldeydi. Bana döndü, konuşmadı. Sadece baktı. O parlak, hayat dolu gözlerinde bir soru vardı; bu şölene katılmak için bir izin. Başımı hafifçe eğdim. Bu bir onay değil, bir kabullenişti. Onun doğası buydu; o, fırtınanın kalbine doğru koşardı, ben ise fırtınanın nereden geldiğini anlamak için ufku izlerdim. O, kalabalığın arasına bir nehir gibi akarken, ben geride, sessizliğin kayalıklarında tek başıma kalırdım.
Benim için bu dövüş bir gösteri değildi. Bu, kelimelerin bittiği yerde başlayan o eski ve acımasız diyalogdu. Thermid'in çelik grisi gökleri altında bu dili öğrenmiştim. Orada her bir hareketin bir anlamı, her bir darbenin bir bedeli vardı. Dövüş, hayatta kalmanın ya da bir emri yerine getirmenin soğuk matematiğiydi; bir sanat değil, bir zorunluluktu. Buradaki ise farklıydı. Bir coşku, bir eğlence vardı. İnsanlar acıyı ve zaferi bir kadeh şarap gibi içiyorlardı. Bu israf, bu kutsal ve korkunç eylemin bir sirke dönüştürülmesi, midemi bulandırıyordu.
Zafer nedir ki? Bir anlığına daha uzun süre nefes alabilmek mi? Bir başkasının dizlerinin üzerine çöküşünü izlerken kendi ayaklarının üzerinde daha sağlam durduğunu hissetmek mi? Ben zaferin tadını bilirdim. Kandan ve demirden yapılmış bir kadehti o. İçtikçe daha çok susatır, kazandıkça daha çok kaybederdin. Kazandığın her dövüş, ruhundan bir parçayı söküp alırdı ve bir gün geriye, elinde paslı bir kılıç tutan boş bir zırhtan başka bir şey kalmazdı.
Bu adaya gelişimizde bir tuhaflık olduğunu seziyordum. Puslu bir his, rotamızda görünmeyen bir sapma... Denizin kendisi fısıldıyordu bunu. Rüzgar farklı esiyor, dalgalar kıyıya farklı bir hikaye anlatıyordu. Ve şimdi, bu kan ve coşku festivali... Bu, tesadüf olamazdı. Bu, bir yol üzerindeki basit bir durak değil, bir varış noktasıydı.
Denizdeyken dümeni Ohana'ya emanet etmiştim. Şimdi ise bu kara parçasında dümeni devir almak isteyen Kaiza'ya emanet etmiştim. Onun dahil olduğu bu kavganın bizi nereye götüreceğini merak ediyordum.
İnsanların içerisindeki intihar etme arzusunu uyandırabilecek kadar sıkıcı bir yer olan Pus Topraklarında belki de suratında kocaman bir gülümsemeyle dolaşan ilk kişiydi Ohana. Genç kızın bu adaya dair hiçbir beklentisi yoktu zira daha adaya ayak basmadan yılların deneyimiyle harmanlanmış gezgin hisleri buranın berbat bir yer olduğu konusunda onu uyarmıştı. Bütün bunlara rağmen içerisindeki heyecan azalmamıştı. Ne zaman yeni bir adaya ayak basacak olsa bu heyecanı hissederdi. Onun için bilinmezliği keşfetmenin verdiği haz paha biçilemezdi. İçerisinde bulunduğu ada ne kadar boktan olursa olsun yeni bir maceranın karşısına çıkacağını bilirdi. Pus Toprakları için düşünceleri de aynı şekildeydi. Bu yüzden hem hiçbir beklentisi olmadan, hem de yeni bir maceraya atılmış olmanın verdiği heyecanla adaya adımını attı.
Ada beklediği gibi sıkıcı ve sönük bir yerdi. Adada görülebilecek en önemli şeyler yolların kenarına dizilmiş kaya parçalarıydı fakat adanın iç kısmına doğru ilerledikçe içerisindeki heyecan katlanarak artmaya devam etti, bunun yegane sebebi de hiçbir yerliyle karşılaşmamış olmalarıydı. Aklında onca uçuk senaryo dönmeye başlamıştı; köylülerin amansız bir salgına yakalanmış olması, korsanlar tarafından hepsinin katledilmiş olması, köylüler tarafından kendilerine pusu kurulmuş olması bu senaryolardan sadece birkaç tanesiydi. Bu senaryolar iki çocuk yanlarından koşarak geçene kadar da aklında dönmeye devam etmişti.
Çocukları takiben çıktıkları yolculuğun sonunda kanlı bir dövüş arenasına denk gelmişlerdi. Aslında pek kanlı değildi, daha çok dostane bir dövüş müsabakası gibiydi fakat Ohana bu tarz şeyleri abartarak hikayesini güzelleştirmeyi severdi... Dostça dövüşen ikilinin dövüşü bittikten sonra sunucu rolüne bürünmüş kel bir adam kendilerine oldukça cazip bir teklifte bulundu. Beş kişiyle dövüşüp yendikten sonra adanın şampiyonuyla dövüşebileceklerini söylemişti. Bu ufak adada pek önemli bir dövüşçü olmayacağından emin olmasına rağmen aklında şampiyona dair çeşitli senaryolar kurmaya başlamıştı bile.
Ohana aklındaki hayali senaryoları yaşamakla meşgulken Kaiza harekete geçmiş ve dövüş için gönüllü olmuştu. Onu görmesiyle birlikte yumruklarını hafifçe sıkmış ve yanaklarını şişirmişti zira Ohana'da bu turnuvaya katılmak istiyordu. Her ne kadar dövüşmekle vesaire pek ilgilenmese de adanın gizemli şampiyonunu yakından görmek istiyordu. Hızlıca biricik kaptanına dönerek konuşmaya başladı. "Kaptan, Kaiza hile yapıyor. Bende katılmak istiyorum, yazı tura falan atmamız gerekmez miydi? Yani en azından sorma nezaketini gösterebilirdi." Ohana içten içe Kaiza'yı seviyor olmasına rağmen genç adamın yapılı fiziği ona ailesini hatırlattığından ötürü biraz da ona uyuz oluyordu. İşlerin onun istediği gibi gitmesine izin vermek gibi bir niyeti yoktu. Bu yüzden kaptanına biraz daha yaklaşarak kulağına sessiz ve sinsi bir şekilde fısıldadı. "Kaiza dördüncü galibiyetini aldıktan sonra onunla dövüşsem olur mu? Baksana ne kadar götü kalkmış davranıyor, çenesini falan gösteriyor aptal kas yığını. Bence iyi bir dayağı hak etti ama tam zamanında yemesi gerekiyor. Tam şampiyonla yüzleşmek üzereyken onu döversem eminim ki aklı başına gelir. Tabii senin iznin olmadan yapmam bunu ama izin de verirsin dimi?" Ohana konuşmasını bitirdikten sonra kaptanına dönerek gözlerinin içerisine adeta bir köpek yavrusu gibi bakmaktan da çekinmedi. Kendisine izin verilmediği takdirde Zale'i zorla sokmayı da planlıyordu açıkçası. Hem bu sayede kaptandan azar yiyecek kişi kendisi de olmazdı.
Ada beklediği gibi sıkıcı ve sönük bir yerdi. Adada görülebilecek en önemli şeyler yolların kenarına dizilmiş kaya parçalarıydı fakat adanın iç kısmına doğru ilerledikçe içerisindeki heyecan katlanarak artmaya devam etti, bunun yegane sebebi de hiçbir yerliyle karşılaşmamış olmalarıydı. Aklında onca uçuk senaryo dönmeye başlamıştı; köylülerin amansız bir salgına yakalanmış olması, korsanlar tarafından hepsinin katledilmiş olması, köylüler tarafından kendilerine pusu kurulmuş olması bu senaryolardan sadece birkaç tanesiydi. Bu senaryolar iki çocuk yanlarından koşarak geçene kadar da aklında dönmeye devam etmişti.
Çocukları takiben çıktıkları yolculuğun sonunda kanlı bir dövüş arenasına denk gelmişlerdi. Aslında pek kanlı değildi, daha çok dostane bir dövüş müsabakası gibiydi fakat Ohana bu tarz şeyleri abartarak hikayesini güzelleştirmeyi severdi... Dostça dövüşen ikilinin dövüşü bittikten sonra sunucu rolüne bürünmüş kel bir adam kendilerine oldukça cazip bir teklifte bulundu. Beş kişiyle dövüşüp yendikten sonra adanın şampiyonuyla dövüşebileceklerini söylemişti. Bu ufak adada pek önemli bir dövüşçü olmayacağından emin olmasına rağmen aklında şampiyona dair çeşitli senaryolar kurmaya başlamıştı bile.
Ohana aklındaki hayali senaryoları yaşamakla meşgulken Kaiza harekete geçmiş ve dövüş için gönüllü olmuştu. Onu görmesiyle birlikte yumruklarını hafifçe sıkmış ve yanaklarını şişirmişti zira Ohana'da bu turnuvaya katılmak istiyordu. Her ne kadar dövüşmekle vesaire pek ilgilenmese de adanın gizemli şampiyonunu yakından görmek istiyordu. Hızlıca biricik kaptanına dönerek konuşmaya başladı. "Kaptan, Kaiza hile yapıyor. Bende katılmak istiyorum, yazı tura falan atmamız gerekmez miydi? Yani en azından sorma nezaketini gösterebilirdi." Ohana içten içe Kaiza'yı seviyor olmasına rağmen genç adamın yapılı fiziği ona ailesini hatırlattığından ötürü biraz da ona uyuz oluyordu. İşlerin onun istediği gibi gitmesine izin vermek gibi bir niyeti yoktu. Bu yüzden kaptanına biraz daha yaklaşarak kulağına sessiz ve sinsi bir şekilde fısıldadı. "Kaiza dördüncü galibiyetini aldıktan sonra onunla dövüşsem olur mu? Baksana ne kadar götü kalkmış davranıyor, çenesini falan gösteriyor aptal kas yığını. Bence iyi bir dayağı hak etti ama tam zamanında yemesi gerekiyor. Tam şampiyonla yüzleşmek üzereyken onu döversem eminim ki aklı başına gelir. Tabii senin iznin olmadan yapmam bunu ama izin de verirsin dimi?" Ohana konuşmasını bitirdikten sonra kaptanına dönerek gözlerinin içerisine adeta bir köpek yavrusu gibi bakmaktan da çekinmedi. Kendisine izin verilmediği takdirde Zale'i zorla sokmayı da planlıyordu açıkçası. Hem bu sayede kaptandan azar yiyecek kişi kendisi de olmazdı.
Last edited by Ohana on Tue Sep 02, 2025 1:49 am, edited 1 time in total.
Dövüşmek, Zale’in gözünde her zaman için anlamsız ve saçma bir uğraş olmuştu. Ona göre iki insanın bütün vahşiliklerini ortaya dökerek, neredeyse maymunlar gibi birbirlerine saldırması, kendilerini yerden yere atarak kas gücüyle üstünlük kurmaya çalışması tiksinç bir görüntüydü. Yani, ortada akıl, incelik ya da zekâ yoktu. Sırf kaba kuvvete dayalı bir itiş kakış, bir “ben senden daha güçlüyüm” iddiası. Eğer bu kadar aptalca bir şey yapılacaksa, hiç değilse eğlenceli hale getirilmeliydi. Kollar kırılırken, suratlar kan içinde kalırken, en azından izleyenler kahkaha atmalı ya da dövüşenler bundan bir haz duymalıydı. Ama hayır, çoğu durumda ortada ne eğlence ne de keyif vardı; sadece anlamsız bir hırs ve saçma bir gurur meselesi.
Zale, etrafındaki kalabalığın gürültüsüne bir süre kayıtsız gözlerle baktı. İnsanların gözlerinde parlayan heyecanı, ortalığı dolduran anlamsız gazı ve bağırışları görünce dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessüm belirdi. Sanki dünyanın en önemli olayı buydu da, herkes bu koca şovun içine kapılmıştı. O ise bütün bu hengâmenin ne kadar sıradan, ne kadar gereksiz olduğunu açıkça görebiliyordu. Bir iki saniyelik hayretle karışık bakışların ardından, burada geçireceği zamanı kendi lehine kullanmaya karar verdi. Dövüşün sonucu ne olursa olsun, onun için bir anlam taşımıyordu.
Kendi kafasında daha makul bir plan kurdu: Böylesine garip ve sıkıcı bir adada, mutlaka macera arayan, sıkıntıdan patlayan, sohbet edecek birilerini arayan genç ve güzel kızlar olmalıydı. İnsan kalabalığının olduğu her yerde böylesi bir ihtimal mevcuttu. Onların kulağına hoş gelecek hikâyeler anlatmak, ilgilerini üzerine çekmek, hatta belki biraz büyülemek… İşte asıl eğlence buydu. Tercih elbette kızıl saçlı olanlardan yanaydı; Zale için kızıl saç, sıradan bir ayrıntı değil, adeta başlı başına bir cazibeydi. Ama tabii ki hayatta her şey istenildiği gibi olmazdı; kızıl saçlı yoksa, diğerleriyle de idare etmek mümkündü. Neticede, kaba saba Yarma John’la didişmektense, şirin mi şirin bir “Yarmagül” ile ilgilenmek çok daha cazip bir seçenekti.
Ringin bir köşesinde Kaiza, iri cüssesini ve heybetli kaslarını göstere göstere sahneye çıkarken, Zale usulca geri çekildi. Kaptan’ın ve Ohana’nın yanından hızlı bir hamleyle sıvışmayı kafasına koymuştu. Zaten onların dikkati dövüşteydi; kim kimin kafasını patlatıyor, kim daha güçlü çıkıyor, tüm ilgileri oradaydı. Bu da Zale için bulunmaz fırsattı. Kalabalığın içinde görünmeden kaybolmak, dikkat çekmeden uzaklaşmak onun işiydi.
Sonrası ise tamamen av vaktiydi. Gözleri kalabalığın içinde dolaşacak, yalnız ve körpecik birini arayacaktı. Bir bakış, bir gülüş, belki boş bir bakış bile onun için yeterliydi. Gözlerine güzel görünen birini bulduğunda acele etmeyecekti; sabırsızlık her şeyi mahvedebilirdi. Önce birkaç dakika ortamı süzecek, sohbetin uygun olup olmadığını tartacak, ardından doğru anı yakalayıp usulca yaklaşacaktı. Her şeyin temeli sabır, gözlem ve doğru zamanlamaydı.
Ama tüm bu planların yanında bir gerçek vardı ki, Zale hiçbir zaman ihtiyatı elden bırakmazdı. Ne olursa olsun, bir gözü her zaman Kaptan’ın ve Ohana’nın üzerinde olacaktı. Dövüşlerin, gösterilerin, kalabalığın ve kargaşanın olduğu böyle yerlerde işler bir anda karışabilirdi. Ortalık alt üst olursa, dövüşçüler ya da izleyenler çıldırıp birbirine girerse, Zale’nin kaçış için en uygun rotayı bilmesi gerekiyordu. Sonuçta hayat, temkinli olanlara biraz daha fazla şans tanırdı.
Zale, etrafındaki kalabalığın gürültüsüne bir süre kayıtsız gözlerle baktı. İnsanların gözlerinde parlayan heyecanı, ortalığı dolduran anlamsız gazı ve bağırışları görünce dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessüm belirdi. Sanki dünyanın en önemli olayı buydu da, herkes bu koca şovun içine kapılmıştı. O ise bütün bu hengâmenin ne kadar sıradan, ne kadar gereksiz olduğunu açıkça görebiliyordu. Bir iki saniyelik hayretle karışık bakışların ardından, burada geçireceği zamanı kendi lehine kullanmaya karar verdi. Dövüşün sonucu ne olursa olsun, onun için bir anlam taşımıyordu.
Kendi kafasında daha makul bir plan kurdu: Böylesine garip ve sıkıcı bir adada, mutlaka macera arayan, sıkıntıdan patlayan, sohbet edecek birilerini arayan genç ve güzel kızlar olmalıydı. İnsan kalabalığının olduğu her yerde böylesi bir ihtimal mevcuttu. Onların kulağına hoş gelecek hikâyeler anlatmak, ilgilerini üzerine çekmek, hatta belki biraz büyülemek… İşte asıl eğlence buydu. Tercih elbette kızıl saçlı olanlardan yanaydı; Zale için kızıl saç, sıradan bir ayrıntı değil, adeta başlı başına bir cazibeydi. Ama tabii ki hayatta her şey istenildiği gibi olmazdı; kızıl saçlı yoksa, diğerleriyle de idare etmek mümkündü. Neticede, kaba saba Yarma John’la didişmektense, şirin mi şirin bir “Yarmagül” ile ilgilenmek çok daha cazip bir seçenekti.
Ringin bir köşesinde Kaiza, iri cüssesini ve heybetli kaslarını göstere göstere sahneye çıkarken, Zale usulca geri çekildi. Kaptan’ın ve Ohana’nın yanından hızlı bir hamleyle sıvışmayı kafasına koymuştu. Zaten onların dikkati dövüşteydi; kim kimin kafasını patlatıyor, kim daha güçlü çıkıyor, tüm ilgileri oradaydı. Bu da Zale için bulunmaz fırsattı. Kalabalığın içinde görünmeden kaybolmak, dikkat çekmeden uzaklaşmak onun işiydi.
Sonrası ise tamamen av vaktiydi. Gözleri kalabalığın içinde dolaşacak, yalnız ve körpecik birini arayacaktı. Bir bakış, bir gülüş, belki boş bir bakış bile onun için yeterliydi. Gözlerine güzel görünen birini bulduğunda acele etmeyecekti; sabırsızlık her şeyi mahvedebilirdi. Önce birkaç dakika ortamı süzecek, sohbetin uygun olup olmadığını tartacak, ardından doğru anı yakalayıp usulca yaklaşacaktı. Her şeyin temeli sabır, gözlem ve doğru zamanlamaydı.
Ama tüm bu planların yanında bir gerçek vardı ki, Zale hiçbir zaman ihtiyatı elden bırakmazdı. Ne olursa olsun, bir gözü her zaman Kaptan’ın ve Ohana’nın üzerinde olacaktı. Dövüşlerin, gösterilerin, kalabalığın ve kargaşanın olduğu böyle yerlerde işler bir anda karışabilirdi. Ortalık alt üst olursa, dövüşçüler ya da izleyenler çıldırıp birbirine girerse, Zale’nin kaçış için en uygun rotayı bilmesi gerekiyordu. Sonuçta hayat, temkinli olanlara biraz daha fazla şans tanırdı.
Genel; Üzerinize yönelen bakışların arasında ilk harekete geçen kişi Souze oluyor. Tüm heybeti ve yer sağlam basan ayaklarıyla ringe doğru ilerlemeye başlayan Souze, dikkatleri tamamen üzerine çekmeyi başarmış gibi görünüyor. Bunda elbette sahip olduğu hayvani cüssenin de etkisi büyük oluyor. Zira etrafınıza baktığınızda, Souze kadar uzun boylu biri olmadığını görebiliyorsunuz. Nitekim, “Yarma” diye tabir ettikleri John bile Souze’nin ancak omuzlarına kadar gelebiliyor ve bu durum ister istemez Souze’nin varlığını daha merak uyandırır kılıyor.
Souze; Pozunu kesmenle birlikte Yarma John da ringdeki yerini alıyor ve dikkatli bir şekilde seni süzmeye başlıyor. Yarma John’un bir açık arar gibi dönen bakışlarındaki tutarsızlık, dövüşme konusunda pek de tecrübe sahibi olmadığını ve saf gücüne güvendiğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak buna rağmen, bedenin tetikte olman gerektiğini sana durmadan söylüyor. Karşılıklı olarak aranızda birkaç metre olacak şekilde durmaya başladığınızda, Yarma John ufak hareketlerle kendini ısındırıyor. Bakışlarında pek de korku ve çekingenlik barındırmayan John iki kolunu da birer kez sallayıp guard pozisyonu alarak hazır olduğunu belli ediyor. John'un bu duruşu karşısında aranızda duran kel adam bakışlarını sana çeviriyor ve "Hazır olduğunda!" diyerek dövüşün başlaması için senin olurunu beklediğini dile getiriyor.
Alexander; Tüm dikkatini tamamen buraya gelişinize ve bundan sonrakilere odaklamışken, Ohana’nın kalabalığın içinde fısıltıyla konuşmaya başlamasıyla odağını hafiften yitirmeye başlıyorsun. Ohana’nın sitemkar sözleri giderek bir yalvarmaya döndüğü vakitte ise, tam ona cevap vereceğin sırada gözün bir anda iki adama ilişiyor. Adamların kıyafetleri buradaki yerel halkın giydiklerine uygun olsa bile, onlarınkine göre nispeten daha yeni olması ve kalabalığın tuttuğu tezahüratlara gecikmeli olarak eşlik etmeleri adamları istemsizce şüpheli kılıyor senin gözünde. Bu noktada Ohana’nın sözlerinden uzaklaşıyorsun ve bu iki adama daha dikkatli baktığında, onların donanmadan olamayacaklarına dair bir kanıya da varıyorsun. Bu kanının altında yatan belirgin bir neden olmasa bile, adamların yüzlerindeki ifadeler, genel hal ve tavırları bir denizci olmaktan uzak görünüyor. Fakat bu gözlemle birlikte, bu iki adamın buradan olmadığını konusunda hemen hemen kendinden emin oluyorsun. Adamlar, bulunduğun noktanın karşısında, sağ tarafa doğru denk geliyor, bu yüzden dümdüz adamlara ilerlemen durumunda ringin içinden geçmen gerekiyor.
Ohana; Alexander’a sözlerini söylemesinin ardından ondan gelecek bir cevabı beklesen de, Alexander’ın bir hedefe kilitlenmiş olduğunu görebiliyorsun. Gözlerin Alexander’ın kilitlendiği noktaya yönelse bile, önceliğin bir şekilde Souze’yi sabote etmek olduğundan, kendine yancı olmasını umduğun Zale’e dönüyorsun. Ancak tam bu anda, Zale’in çoktan arazi olduğunu ve ortalıkta görünmediğini fark ediyorsun. Bu durumun bir belayı mı çağırdığını yoksa bir kurtuluş mu olduğunu anlamak ise kendi iç dünyana düşüyor.
Zale; Kavga, gürültü, yumruk, ağızlardan dökülen salyalar… Bunlara uzak bünyene huzur verecek yegane şeyin ne olduğunu bilerek etrafına bakınmaya başlıyor ve penisi olması muhtemel her bir bireyi eleyerek seçenekleri bir hayli azaltıyorsun. Gönlünün çektiği kızılı bulmak için yuvalarından dönen gözlerin daha çok kumral ve esmerlerle buluşuyor. Bu nedenle kızıl hayallerini bir başka güne bırakarak, skalayı daraltmaya devam ediyorsun. Yaşlılar, çocuklar… Dişlekler, şişmanlar… Paçozlar, kaslılar… Yaptığın elemeler sonucundan ihtimallerin bir elin parmağı kadar kalıyor ve bunlardan hangisini seçmen gerektiğine karar vermen gerekiyor…
İlk seçenek, uzun kıvrık saçları olan esmer bir güzel… Güzel demek pek yerinde olmasa bile, elenenlere bakıldığında oldukça güzel denilebilir… Üstü başı pek temiz durmasa bile, en azından yüzündeki bir kir olmaması onu seçeneklerin arasına sokuyor. Fakat dövüşler konusunda epey heyecanlı gibi…
Kalabalığın uç kısmında duran kumral… Üzerindeki salaş kıyafetler ve omuzlarına kadar uzanan kahverengi saçları epey yıpranmış gibi duruyor. Kıyafetlerinin diz kısımlarındaki yoğun toprak lekesi bulunduğun noktadan bile açıkça görülebiliyor. Kadının ringden çok kalabalığın coşkusunu izlediğin görebiliyorsun. Diğer seçeneklere nazaran nispeten çirkin denilebilecek olsa bile, yüzündeki gülümseyişi ona çocuksu bir tatlılık veriyor gibi…
Kendine en önde yer edinmiş siyah saçlı kadın… Belki de üçü içerisindeki en güzeli… Örgülü saçlarında bir matlık olsa bile, diğerlerine nazaran kendine baktığını belli ediyor. Gözleri sürekli Yarma John’un üzerinde ve arada bir de Souze’ye bakarak onu küçümser gibi burun kıvırıyor. Kadının yanında iki erkek yakın markajda gibi görünse bile, bu durum kızın pek de umurunda değil gibi. Zaten adamların bir şansı olduğunu söylemek de güç…
Gözlerin kalabalığı bir kez daha taradığında, bu üç kadın dışında pek de bir seçeneğin olmadığını anlayabiliyorsun. Aldığın hafif bir nefesle birlikte ise, Alexander ve Ohana’nın yanından su gibi sıvışarak içlerinden birine doğru ilerlemeye başlıyorsun. Şükür ki, Ohana’nın Alexander’ın dikkatini uzaklaştırmış olması, senin bu sıvışmanı epey kolaylaştırıyor.
Souze; Pozunu kesmenle birlikte Yarma John da ringdeki yerini alıyor ve dikkatli bir şekilde seni süzmeye başlıyor. Yarma John’un bir açık arar gibi dönen bakışlarındaki tutarsızlık, dövüşme konusunda pek de tecrübe sahibi olmadığını ve saf gücüne güvendiğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak buna rağmen, bedenin tetikte olman gerektiğini sana durmadan söylüyor. Karşılıklı olarak aranızda birkaç metre olacak şekilde durmaya başladığınızda, Yarma John ufak hareketlerle kendini ısındırıyor. Bakışlarında pek de korku ve çekingenlik barındırmayan John iki kolunu da birer kez sallayıp guard pozisyonu alarak hazır olduğunu belli ediyor. John'un bu duruşu karşısında aranızda duran kel adam bakışlarını sana çeviriyor ve "Hazır olduğunda!" diyerek dövüşün başlaması için senin olurunu beklediğini dile getiriyor.
Alexander; Tüm dikkatini tamamen buraya gelişinize ve bundan sonrakilere odaklamışken, Ohana’nın kalabalığın içinde fısıltıyla konuşmaya başlamasıyla odağını hafiften yitirmeye başlıyorsun. Ohana’nın sitemkar sözleri giderek bir yalvarmaya döndüğü vakitte ise, tam ona cevap vereceğin sırada gözün bir anda iki adama ilişiyor. Adamların kıyafetleri buradaki yerel halkın giydiklerine uygun olsa bile, onlarınkine göre nispeten daha yeni olması ve kalabalığın tuttuğu tezahüratlara gecikmeli olarak eşlik etmeleri adamları istemsizce şüpheli kılıyor senin gözünde. Bu noktada Ohana’nın sözlerinden uzaklaşıyorsun ve bu iki adama daha dikkatli baktığında, onların donanmadan olamayacaklarına dair bir kanıya da varıyorsun. Bu kanının altında yatan belirgin bir neden olmasa bile, adamların yüzlerindeki ifadeler, genel hal ve tavırları bir denizci olmaktan uzak görünüyor. Fakat bu gözlemle birlikte, bu iki adamın buradan olmadığını konusunda hemen hemen kendinden emin oluyorsun. Adamlar, bulunduğun noktanın karşısında, sağ tarafa doğru denk geliyor, bu yüzden dümdüz adamlara ilerlemen durumunda ringin içinden geçmen gerekiyor.
Ohana; Alexander’a sözlerini söylemesinin ardından ondan gelecek bir cevabı beklesen de, Alexander’ın bir hedefe kilitlenmiş olduğunu görebiliyorsun. Gözlerin Alexander’ın kilitlendiği noktaya yönelse bile, önceliğin bir şekilde Souze’yi sabote etmek olduğundan, kendine yancı olmasını umduğun Zale’e dönüyorsun. Ancak tam bu anda, Zale’in çoktan arazi olduğunu ve ortalıkta görünmediğini fark ediyorsun. Bu durumun bir belayı mı çağırdığını yoksa bir kurtuluş mu olduğunu anlamak ise kendi iç dünyana düşüyor.
Zale; Kavga, gürültü, yumruk, ağızlardan dökülen salyalar… Bunlara uzak bünyene huzur verecek yegane şeyin ne olduğunu bilerek etrafına bakınmaya başlıyor ve penisi olması muhtemel her bir bireyi eleyerek seçenekleri bir hayli azaltıyorsun. Gönlünün çektiği kızılı bulmak için yuvalarından dönen gözlerin daha çok kumral ve esmerlerle buluşuyor. Bu nedenle kızıl hayallerini bir başka güne bırakarak, skalayı daraltmaya devam ediyorsun. Yaşlılar, çocuklar… Dişlekler, şişmanlar… Paçozlar, kaslılar… Yaptığın elemeler sonucundan ihtimallerin bir elin parmağı kadar kalıyor ve bunlardan hangisini seçmen gerektiğine karar vermen gerekiyor…
İlk seçenek, uzun kıvrık saçları olan esmer bir güzel… Güzel demek pek yerinde olmasa bile, elenenlere bakıldığında oldukça güzel denilebilir… Üstü başı pek temiz durmasa bile, en azından yüzündeki bir kir olmaması onu seçeneklerin arasına sokuyor. Fakat dövüşler konusunda epey heyecanlı gibi…
Kalabalığın uç kısmında duran kumral… Üzerindeki salaş kıyafetler ve omuzlarına kadar uzanan kahverengi saçları epey yıpranmış gibi duruyor. Kıyafetlerinin diz kısımlarındaki yoğun toprak lekesi bulunduğun noktadan bile açıkça görülebiliyor. Kadının ringden çok kalabalığın coşkusunu izlediğin görebiliyorsun. Diğer seçeneklere nazaran nispeten çirkin denilebilecek olsa bile, yüzündeki gülümseyişi ona çocuksu bir tatlılık veriyor gibi…
Kendine en önde yer edinmiş siyah saçlı kadın… Belki de üçü içerisindeki en güzeli… Örgülü saçlarında bir matlık olsa bile, diğerlerine nazaran kendine baktığını belli ediyor. Gözleri sürekli Yarma John’un üzerinde ve arada bir de Souze’ye bakarak onu küçümser gibi burun kıvırıyor. Kadının yanında iki erkek yakın markajda gibi görünse bile, bu durum kızın pek de umurunda değil gibi. Zaten adamların bir şansı olduğunu söylemek de güç…
Gözlerin kalabalığı bir kez daha taradığında, bu üç kadın dışında pek de bir seçeneğin olmadığını anlayabiliyorsun. Aldığın hafif bir nefesle birlikte ise, Alexander ve Ohana’nın yanından su gibi sıvışarak içlerinden birine doğru ilerlemeye başlıyorsun. Şükür ki, Ohana’nın Alexander’ın dikkatini uzaklaştırmış olması, senin bu sıvışmanı epey kolaylaştırıyor.