Game Master
Game Master
Joined: Wed Nov 27, 2024 12:39 am
Denizci Karargahı, Merkez Üssü, East Blue

Image

İki yılı aşkın süre, içinde bulunduğun Denizciler arasında sivrilmen için fazlasıyla yeterli bir süre oluyor. Bunu, daha önce eğitimler nedeniyle onlarca kez gelmiş olan Merkez Üssü’nün büyük giriş kapısında bir kez daha anlıyorsun. Yanında, seninle beraber olsalar bile senden daha uzun süredir “Asteğmen” rütbesinde olan beş yoldaşın daha bulunuyor. Ancak onları tanıdığın kadarıyla, sıradan geçmişleri ve sıradan hayatları, bugün tattığınız duyguların bambaşka olmasına neden oluyor. İki kız ve üç erkekten ibaret bu yoldaşlarının yüzlerindeki neşe, kalplerinin hızlı çarpıntılarını yansıtıyor adeta. Bu beş kişiyi tanıyor olsan bile, onlarla yolunun bir daha ne zaman kesişeceğini bile bilmiyorsun. Belki, en başından beri geleceğinin onlardan farklı olduğunu bilebiliyorsun. Ancak bugün, onlardan farklı olduğunu bir kez daha anlıyorsun. Kapının kenarına dizilmiş rütbesiz denizcilerin, kimisinin fısıltıyla kimisinin ise çekinmeden bağırarak söylediği o tek cümleyi duyabiliyorsun.


“Bu ‘Volkanik Yargıç’!”

İki yana açılmış devasa kapıdan beş yoldaşınla birlikte yürürken, bu kez sesleri ardında bırakarak nizami bir şekilde yolun iki yanına dizilmiş denizci ordusunu görüyorsun. Her biri, esas duruş pozisyonunda ve yüzleri karşıya dönük bir şekilde duruyor. Beş yoldaşın, kapıdan girer girmez resmi yürüyüş adımlarıyla ilerlemeye başlarken, sen de onlara uyuyor ve bu haliyle iki yana dizilmiş denizci ordusunun ortasından ilerliyorsunuz. Gözlerin, kapıdan girer girmez duvarın hemen üstünde duran tek bir koltukta oturan kadına kilitleniyor. Mavi saçları, masum yüzü ve derin bakışlarıyla, aranızda sadece beş yaş olmasına rağmen Amiral olmuş Valeria Mia… Omuzlarına attığı pelerini ve dik oturuşuyla, bir otorite sembolü gibi görünmese bile, onun koltuğunun bulunduğu duvara sıralanmış esas rütbelilerin duruşlarından, Valeria Mia’nın kim ve ne gibi bir otoritesini olduğunu kavrayabiliyorsun. Aranızdaki onlarca metrelik mesafeye rağmen gözlerin Valeria Mia ile buluştuğunda, istemsizce onun masumluğu altına gizlenmiş baskınlığını hissedebiliyorsun. Bu zamana kadar hakkında birçok rivayet duymuş olduğun kadının tam karşında olması, bir an için sana rivayetlerin yetersiz olduğunu düşündürtüyor. Bu nedenle, Valeria Mia ile göz göze geldiğiniz sıralarda, ilk kaçış senden oluyor ve bakışlarını önlerinde duracağınız diğer rütbelilere çeviriyorsun.

Gözlerin ilk olarak, eğitim dönemlerinde görmeye aşina olduğun Yüzbaşı Maria Lindsey ile buluşuyor. Sarı kısa saçları ve hafif şaşkın bakışlarına rağmen, onun adaletin mutlak savunucularından biri olduğunu ve aynı zamanda otoriteyi mutlak sayan bir yapısı olduğunu bilmek, onun yaşına rağmen daha ciddi bir şekilde görünmesini sağlıyor. Hemen hemen aynı yaşta olsanız bile, eğitimlerinizde yer almış olmanın gururuyla mutlu olduğunu gördüğün Maria Lindsey, bu gururunu dışarıya yansıtmaktan da çekinmiyor gibi görünüyor.


Yüzbaşı Maria Lindsey
Image

En sağda duran Maria Lindsey’in hemen sağında gördüğün Kıdemli Yüzbaşı Gopher Hampton her zamanki marjinal görünümüyle dikkatini çekiyor. Kusursuz ütülenmiş kıyafetleri, kravatının parlaklığı, saçlarının temizliği ve bıyıklarının düzgünlüğü, Güneş’in altında kavruk tenini daha belirgin bir hale getiriyor. Eğitimleriniz sırasında birkaç kez karşılaştığın Gopher Hampton’ın sol gözündeki yara bile onun düzgün duruşuna mani olamazken, ister istemez onu son gördüğün zaman söyledikleri kulağında çınlamaya başlıyor: “Unutmayın! Adalet göz kamaştırıcı olmalı!”


Kıdemli Yüzbaşı Gopher Hampton
Image

Bakışların Gopher Hampton’ın sağına kaydığında, daha önce sadece bir kere eğitimlerinize katılmış olan ve tüm işlerin ters gittiği o günün mimarı Binbaşı Clayton Allen’ı görüyorsun. Sıra halinde beklediğiniz sırada, Clayton Allen’ın girişi, kızların onu görmesiyle derin bir şaşkınlığa düşmesi, saatlerdir tepenizde uçan bir martının Clayton’ın kafasına sıçmasıyla başlayan süreç… Kafasındaki pisliği temizlemek isterken elindeki eğitim planlarının yere düşmesi, akabinde yoktan var olan bir rüzgarla tüm kağıtların etrafa saçılması… Yazın kavurucu sıcağına rağmen bir anda bastıran yağmur, Clayton’ın ıslanmamak için başının üzerine çekmeye çalıştığı paltosuna takılması ve yere kapaklanması… Clayton’ın bu düşüşüne gülen denizcilerin cezalandırılması, yağmur altında herkesin sadece iç çamaşırlarıyla kalması yönünde gelen emir, zeminin çamura dönmesiyle tüm vücutlarınızın çamura bulanması… Düzgün şınav çekemeyenleri elindeki sopayla uyaran Clayton’ın bir denizcinin sırtına hafifçe vurmak istediği sırada sopanın elinden kayıp alnına vurması, bununla birlikte hafifçe geriye adımlarken şınav çeken bir denizciye takılıp düşmesi, denizcinin bacağının kırılması ve Clayton’ın çamura bulanışı… Şüphesiz Clayton’ın eşsiz bir aurası olsa bile, aklınızda kalan yegane şeyin ne eğitim ne de başka bir şey olması… Tüm yakışıklılığına rağmen, bir kez daha onu hiçbir zaman görmemenizin hayrınıza olduğunu düşünerek, bakışların bir sonraki rütbeliye çeviriyorsun.


Binbaşı Clayton Allen
Image

Clayton’ın yanında duran ve sert bakışlarıyla gördüğün Albay Mya Elanor’un, anlatılanlara göre bir ana şefkatine sahip olması pek de anlamlı durmuyor. Kararlı bir denizciden farklı bir şey göremedin Mya’ya dikkatli baktığında, onun 40’lı yaşlarına rağmen hala dinç bir görünümü olduğunu ve keskin bakışları altında pek de söylenenler gibi olmadığını düşünüyorsun. Ancak tüm bu sözlerin illa ki bir doğruluk payı olabileceği ihtimalini göz ardı etmiyorsun.


Albay Mya Elanor
Image

Bu noktada sonra, geriye kalan dört rütbeli daha bulunsa bile, onların sadece birer efsanede adının geçtiğini düşünüyorsun. Bunlardan ilki Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga olurken, ona baktığında tek görebildiğin şey, donuk bir bakıştan ötesi olmuyor. Kanaga’nın hemen yanında ise, varlığı eğitim yıllarınız boyunca en büyük efsane olan kişiyi, Kıdemli Albay Hokkyouku’yu görüyorsun. Heybetli bir insanın vücuduna ve heybetli bir kutup ayısının kafasına sahip olan Hokkyouku, görünüşü ve devasa boyutuyla diğer rütbelilerden kolayca ayırt edilebiliyor.


Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga
Image
Kıdemli Albay Hokkyouku
Image

Gözlerini hafifçe sağa soluna doğru kaydırdığında, bu kez Tümamiral Suzukichi Korari’yi görebiliyorsun. Büyük heybetli vücudu, geriye taranmış gri saçları ve Güneş’in dokunamadığı gözleriyle birlikte, kendisine geleceğin amirali olarak bakılan Korari hakkında neden bunun söylendiğini anlayabiliyorsun. Ne var ki, bakışların hemen onun da sağ tarafına kaydığında, yaşayan bir tarihi görmek seni ilginç bir şekilde gururlandırıyor. Bundan 37 yıl önce, Dört İmparator’dan biri olan Zox de Rox’u ve tayfasını yok etmeyi başaran, Koramiral Regnier Tongrelow… Bugüne kadar birçok kişinin aslında Valeria Mia yerine onun amiral olması gerektiğini duyduğunda, bunu çok anlamamış olsan bile, şimdi hem Regnier hem de Valeria karşıdayken, Regnier’in çok daha yoğun bir baskıyla sizleri karşıladığını anlayabiliyorsun. Bu baskı kendisini öyle hissettiriyor ki, gözlerin onunkilerle kesiştiği anda nefes alman bile zorlanmaya başlıyor.


Tümamiral Suzukichi Korari
Image
Koramiral Regnier Tongrelow
Image

Duvarın önüne sıralanmış tüm rütbelileri tek tek süzdüğün sırada, yoldaşlarınla birlikte adımlarını sonlandırıyorsun. İki yana ayrılmış denizci ordusu birkaç metre arkanızda kalıyor ve birkaç metre önünüzde de az önce süzdüğün rütbeliler, duvarın üstünde ise Amiral Valeria Mia bulunuyor. Yoldaşlarınla birlikte Valeria’ya asker selamını vererek durmaya başladığında, ister istemez günün birinde karşındaki kişilerin yerinde olup olmayacağını sorguluyorsun… Amiral Valeria Mia oturduğu yerden kalkıp selamınıza karşılık vermesinin ardından, gür bir sesle “Rahatta dinleyin!” diye bağırıyor. Aslında pek de kendisinden çıkmasını beklemediğin bu ses tonu karşısında biraz şaşırmış olsan bile, bir denizci olmanın sağladığı yararla bunu içine atıyor ve yüzündeki ciddi ifadeyi koruyabiliyorsun. Valeria Mia bakışlarını tüm denizcilerin üzerinde gezdirdikten sonra ise “Burada, bu beş silah arkadaşımızın rütbe töreni için toplanmış bulunmaktayız! Biliyorsunuz ki, normalde bu tür anlara çok şahit olamıyorum. Lakin, birtakım işlerim nedeniyle burada olmam vesilesiyle, ben de silah arkadaşlarımızın bu şerefli gününde onların yanında olmak istedim! Bugünden sonra, teğmen olarak ordumuza ve halkımıza hizmet edecek bu silah arkadaşlarımı, canı gönülden kutluyor ve onların üstün başarılarla geçireceği yıllarını görmek için sabırsızlanıyorum!” diyor.

Valeria Mia bu sözlerinin ardından tekrar yavaşça koltuğuna otururken, Koramiral Regnier Tongrelow bulunduğu yerden bir adım öne çıkıyor ve ardından “Tören vaziyeti al!” emrini veriyor. Tüm denizciler tek bir vücutmuşçasına tören pozisyonu alıp esas duruşa geçerken, Regnier bakışlarını sana doğru çevirip “Asteğmen Cyrus Blazehart!” diyerek seni yanına çağırıyor.

İsmini duymanla birlikte harekete geçtiğinde, tören çalışmalarınız sırasında ilk olarak sırayla tüm rütbelileri selamlaman ve akabinde Koramiral’e selam vermenin ardından rütbenin takılmasıyla atamanın nereye yapıldığını öğreneceğini biliyorsun. Ancak şu anda, hiçbir tören çalışmasında törende olacağı söylenmeyen Amiral Valeria Mia’nın burada olması, bu tören düzenine ayak uydurman gerektiğini sana söylüyor.
Joined: Tue Jan 21, 2025 10:15 pm
Merkez Üssü’nün devasa kapıları, zamanın dişlerinden sıyrılıp açılan antik bir tomar gibi gıcırdayarak aralandı. Her adımda, mermer zemin—sonsuzluğa akan bir buz nehrinin sırtına kazınmış çığlıklar gibi—ayağımın altında titredi. Donmuş suların taşıdığı kaygı değil, ölümün sessiz nefesiydi sanki bu; her çatlağında bin yıllık fısıltıların gizlendiği bir mezarlık taşı misali… Yanımdaki beş asteğmen, soluklarını tutmuş, gözbebeklerinde kırık bir dualar korosuyla bekliyordu. Nefes alışları artık yalnızca bir ritim değil, dört nala doğru koşan bir çocuğun kalp atışlarıydı: düzensiz, ürkek, bir celladın ipini ölçer gibi…

Kapı eşiğinde durduğumuz an, rüzgârın dilinde gezinen “Volkanik Yargıç” lakabı, kemiklerime işleyen bir ilahiye dönüştü sanki. O an içimdeki ateş, kökleri dünyanın çekirdeğine uzanan bir cehennem ağacı gibi büyüdü; dallarımda utançla gururun zehirli meyveleri teker teker sallanıyordu. Hangisini koparıp yiyeceğim? Yoksa yanarak dökülecek miydim toprağa, küllerimle bir sır gömülecek miydi?

Ayak seslerimiz, geçmişin cellatlarının adımlarıyla çakıştı. Sanki zamanın kendisi, bu koridorda bir bıçak sırtında dans ediyordu: bir yanımızda zafer, diğer yanımızda sonsuz unutuş…

Bu anı ya bir tanrı gibi taçlanarak ya da bir kurban gibi taşlara gömülerek hatırlayacaktım. "Volkanik Yargıç"… Bu isim, ruhumda açtığı yaralardan sızan lavla mühürlenecekti. Ya bir efsane doğuracaktım, ya da küllerim rüzgâra karışıp gidecekti—tıpkı hiç var olmamış gibi.

Adımlarımız, donmuş bir ritmin yankısı gibi taş zeminde yankılanırken, iki yana dizilmiş denizcilerin arasından geçiyorduk. Soluklarımız göğsümüzde hapsolmuş, dizlerimizin titremesini gurur maskesiyle örtmeye çalışıyorduk. Her biri esas duruşta, bakışlarını ufka sabitlemişti; fakat yine de üzerimizde bir ağırlık, bir yargı hissediliyordu. Bizi izliyorlar mıydı, yoksa yalnızca varlığımızı hissettiklerini mi sanıyorduk?

Ancak benim gözlerim, ta en başından beri yalnızca bir noktaya kilitlenmişti.

Valeria Mia…

Duvarın hemen üstünde duran tahtında, hiç de bir otorite figürü gibi görünmeyen o genç kadın… Masumiyetiyle keskin bir bıçağın sırtında yürüyen, yaşına meydan okuyan, lakin hükmünü inkâr etmeyen biri… Pelerini omuzlarından dökülürken, denizin mavisini anımsatan saçları, oturduğu yerden bile fırtınalar çağırıyordu. Bakışlarımıza yalnızca bir anlık dokunmasına rağmen, o an içimde bir şeylerin eridiğini hissettim. Bir boşluk… Beni sarıp sarmalayan, ama bir yandan da içime işleyen bir boşluk…

Kaçtım.

İlk kaçış benden oldu.

Bakışlarımı, önümüzde sırayla dizilmiş diğer rütbelilere çevirdim. İlk olarak Maria Lindsey… Sarı kısa saçları ve adalet duygusuyla sarmalanmış bakışlarıyla, her zaman olduğu gibi kendinden emin duruyordu. Gözlerindeki kıvılcımı tanıyordum: Karşında duranın kim olduğu fark etmezdi; onun için doğru olan her zaman değişmezdi. Eğilmez, bükülmezdi. O, bir kaya gibiydi; ne dalgalar aşındırabilirdi onu, ne de rüzgârlar savurabilirdi.

Yanında Gopher Hampton vardı. Her zamanki gibi kusursuz… Düzgün ütülenmiş kıyafetleri, cilalı ayakkabıları ve bıyıklarının milimetrik kesimiyle, denizciliğin canlı bir anıtı gibi duruyordu. Onu gördüğüm an, eğitimlerde söylediği o cümle kulaklarımda çınladı: “Unutmayın! Adalet göz kamaştırıcı olmalı!” Adalet… Parlak bir yüzeyin ardına gizlenmiş bir şey mi, yoksa gerçekten ışık saçan bir hakikat miydi? Onun gözleri, bunu sorgulamanın bile gereksiz olduğunu söylüyordu.

Ve sonra Clayton Allen…

Gözlerim ona kayar kaymaz, zihnimde bir kasırga koptu. O günü, o felaketi, o kaosu nasıl unutabilirdim? O an, hafızamın derinliklerinden fışkıran görüntüler, zihnimi ele geçirdi. Kafasına konan martı… Eğitim planlarının rüzgâra savrulması… Yağmur… Çamur… Ve en nihayetinde, kendi düşüşüne gülenleri cezalandırarak daha büyük bir kaos yaratan adam… Onun karşısında saygıyla eğilmek gerekirdi belki, ama zihnimin derinliklerinde bir anlık bir gülümseme yankılandı.

Onun yanında duran Albay Mya Elanor ise tamamen farklı bir auraya sahipti. Şefkat dolu olduğu söylenirdi, ama gözlerimde gördüğüm yalnızca sertlikti. Keskin bakışları, yüzüne çizilmiş hikâyeler, yaşını taşıyan bir savaşçının izleriydi. Belki de anlatılanlar doğruydu; belki de bir ana gibi koruyucuydu. Ama onun karşısında, ne bir çocuk gibi güvende hissediyor ne de bir asker gibi emir almaya hazır duruyordum. O yalnızca… sabitti. Dimdik ve sarsılmaz.

Gözlerim birer birer diğer rütbelilere kaydı. Kyuzan Kanaga… Donuk bakışlarının ardında ne saklıydı, asla bilemezdim. O bir efsaneydi. Tıpkı hemen yanındaki devasa figür gibi… Hokkyouku… Kutup ayısının kafasına sahip, heybetli bir adam… Onu yalnızca anlatılanlardan tanıyordum, ama şu an burada, gözlerimin önünde duruyordu. Gerçekliği, efsaneyi yerle bir ediyordu.

Sonra, Tümamiral Suzukichi Korari… Büyük, heybetli, güneşin bile içine sızamadığı karanlık gözlere sahip bir figür… Hakkında söylenenler doğruysa, geleceğin lideriydi. Ancak ne zaman Valeria Mia’nın bulunduğu yere baksam, bu söylentiye inanmakta zorlanıyordum. Çünkü burada, yaşayan bir tarih de vardı.

Koramiral Regnier Tongrelow…

İmparatorları yıkan adam…

Ve tüm bu unvanlar, tüm bu isimler, burada, aynı çerçevenin içindeydi. Ben ise, bir isimden ibarettim. Unutulmaya mahkûm bir asker mi, yoksa bu topraklara adını kanla yazacak biri mi? Bilinmezliğin içinde yürümeye devam ettim. Yolun sonunda ne olacağını bilmiyordum, ama hissettiğim tek bir şey vardı:

Bu andan sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

İsmimi duyduğumda tereddüt etmedim. Adımlarım birer birer zemine çarptıkça, ardımda sönmeyecek bir ateşin izini bırakıyor gibiydim. Kaslarım gerilmiş, damarlarımdan yükselen hararet, adımlarımı yerle bütünleştirmişti.

O an her bir adımımda alevlerin dansı gözlerimde yankılanırken, bedenim bir köprüye dönüşmüştü: bir ucu geçmişin küllerine saplanmış, diğer ucu şimdinin göğsünde yükselen dumanlara karışıyordu. Her yanış, her kıvılcım, bir hesaplaşmanın dilini oluşturuyordu. Korsanların attığı o ilk meşale, sadece tahtaları değil, çocukluğumu da yakıp küle çevirmişti. Ama şimdi, ellerimden fışkıran alevler... Bunlar benim seçtiğim yangınlardı. Bir nehrin iki yakası gibiydi ateş: biri yok eden, diğeri arındıran. Hastane gemisini sarmaladığım o gece, alevlerim dalgaların üstünde bir dua gibi titremişti. Deniz, karanlığı yalarken, ben küllerimden ördüğüm bir kalkanı devirmiştim önlerine.

Platformun tahtaları çatırdadı altımda. Provada değildim artık. Bu bir dirilişti. Adımlarımın bıraktığı ateş çukurları, toprağa gömülü bir kronik gibiydi: her biri, kaybettiklerimin adını fısıldıyor, her biri, koruduklarımın yüzünü taşıyordu. Bacaklarımda hissettiğim ağırlık, sadece kasların değil, taşıdığım hikâyelerin yüküydü. Ruhumdaki yanma hissi ise... Belki de içimdeki fırının kapaklarını sonunda açmamın verdiği bir cesaretti.

Adım adım ilerledim. Her selam, zamana kazınmış bir ritüelin yankısı gibi, kusursuz bir nizama sadık kalarak sıralandı. Tıpkı provada olduğu gibi; her hareket ölçülü, her jest kusursuzdu. Denizciliğin katı disiplinini kuşanmış bedenim, içimde fırtınalar koparken bile sarsılmazdı. Rütbemi, görev yerimi ve beni tanımlayan her detayı bekledim. Bekledim, çünkü usul buydu.

Ama öğrendikten sonra, yazılmış kaderin çizgilerinden saptım. Normalde yapmam gerekeni yapmadım. Önce Koramiral’a son bir kez daha selam verdim—sadece bedensel bir hareket değil, geçmişi mühürleyen, geleceği açan bir veda gibiydi. Sonra adımlarımı sürdürdüm. Amiral’ın tam karşısında durdum, sırtımda denizin ve kanunların ağırlığını hissederek. Ellerim yanlarımda bir an için duruldu, sonra sağ elim saygıyla havaya kalktı. Askerî selam, yalnızca bir selam değil, bir alevin yükselişiydi.

Ve o an… Ruhumdan fışkıran ateşin, bedenimden taşmasına izin verdim. Mera Mera no Mi’nin kutsal laneti damarlarımda kor gibi yanarken, gözlerimdeki alevler bir yıldız gibi parladı. Ateş, damarlarımdan kabuk gibi çatlayan tenime yayıldı, bedenimi yutan alevler bir kehanet gibi göğe yükseldi.

Sonra sırtımı rütbelilere döndüm. Karşımda, tören nizâmına dizilmiş yüzlerce denizci... Sessizlik, yükselen alevlerimin çıtırtısında kayboldu. Ve o sessizliğin içinde, yumruğumu kaldırdım—zamana karşı meydan okuyan, dalgalara karşı sönmeyecek bir ateş gibi. Gökyüzü bile bu yangını unutamayacaktı.


Image
Image
Karakter
► Show Spoiler
Profil
► Show Spoiler
Şeytan Meyvesi/Disiplin&Stil
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Wed Nov 27, 2024 12:39 am
Sırayla rütbelileri selamlamaya başlamanla birlikte, ilk olarak Maria’nın önünde durduğunda, onun gözlerindeki gurur parıltılarını rahatlıkla görebiliyorsun. Gözlerindeki hafif titremeler, onun içinde var olan heyecanı açıkça belli ederken, bu kez Gopher’in önüne gelerek selam duruyorsun. Gopher, gözünü alan beyaz parlak dişlerini tamamen gün yüzüne çıkartarak, biraz da askeri nizamın ötesine geçmiş bir şekilde seni selamlıyor ve başıyla adeta üstündeki kıyafetlerin düzgün olmasını onaylıyor. Bir sonraki durağın Clayton olduğu noktada, yine bir şeylerin ters gidip gitmeyeceğini düşünmeye başlayarak selamını verdiğinde, Clayton hafif düşmüş gözlüklerinin üstünden bir bakış atmasının ardından selamına karşılık vermek için kolunu kaldırdığı anda, kıyafetinin koltuk altından gelen yırtılma sesi, nizami sessizliği bir anda bölüyor! Clayton, hiddetlenen bir yüz ifadesiyle kaşlarını kaldırsa bile, onun bundan sonra ne yapacağını pek de düşünecek fırsatın olmadığından, adımlarını sürdürüyorsun. Albay Mya’nın önüne geldiğin vakitte ise, bu kez onun anaç ruhunu görebilme imkanına ulaşıyorsun. Keskin bakışlarının altında dalgalanan şefkat tohumlarıyla birlikte, yaşadığı gururu rahatlıkla görebildiğin Mya’nın yanından ayrıldığında, iki kıdemli albay seni bekliyor oluyor. Bu aşamada homur homur aldığı nefesleri duyduğun Hokkyouku senin için daha ilgi çekici bir hale bürünmüşken, Kanaga daha hızlı davranarak selamına karşılık veriyor. Dev Hokkyouku ise son anda aklına gelmiş gibi kolunu kaldırıp selama durduğunda ise, adeta koca bir dağ tüm güneşini engelliyor gibi görünüyor. Bundan sonra atmaya başladığın adımlar, istemsiz bir şekilde seni tüm dış etkenlerden arındırılmış gibi Korari ve Regnier’in önüne attığında, bu aşamaya kadar rahatça kalkan kolunun titrediğini hissedebiliyorsun. İsimlerinin bile fazlaca korku saldığı bir ortamda, bu iki rütbeliye sadece bir soluk kadar yakın durman, kuşkusuz hareketlerinin kasılmasına ve kendini güven ile korku arasında bir yerde hissetmene neden oluyor. Nitekim, tören provalarında öğretilenleri tamamlamanla birlikte, esas mesele olan Amiral Valeria Mia’nın varlığına geldiğinde ise bu kez tamamen kendini rahat bırakarak akışa dalıyorsun.

Sağ elini kaldırışın…

Bedeninden yükselen alevler…

Kalabalığın bir anlık boşluğuna gelmişçesine yayılan haykırışları…

Havadaki kolunla birlikte yükselen alevler, tüm denizcilerin içerisindeki fitili ateşlemiş gibi bağırmaya başlamalarına neden olurken, arkanda duran birkaç rütbeliden gelen gülme seslerini de duyabiliyorsun. Bu sesler, onların duyduğu iftiharın en büyük yansıması gibi görünürken, bir anda tüm denizcilerin sessizliğe çöküşüyle birlikte, yayılan auranın etkisine girerek bakışlarını doğrudan Amiral Valeria’ta çeviriyorsun. Amiral Valeria bakışlarını sana çevirmiş ve elini tüm kalabalığı susturmak için kaldırmış bir vaziyette dururken, yüzündeki ifadesizlik bundan sonra olacakları kestirmeni güç hale getiriyor. Amiral Valeria yavaşça elini indirirken “Bu coşku umarım sadece burada kalmaz.” diyor. Amiral Valeria’nın bu sözlerinden ne demek istediğini tama olarak kestirmek güç görünse bile, bakışlarını hala üzerinde tutmayı sürdüren Amiral Valeria “Öğrendiğim kadarıyla bir kardeşin varmış, Teğmen Cyrus… Onun da bir denizci olmasına rağmen pek görüşmediğinizi duydum. Bunun özel bir sebebi var mı?” diye soruyor. Amiral Valeria, her ne kadar önceki sözlerinde bu anları yaşamadığını belirtmişse bile, en azından sizleri tanıdığını ve haklarınızda bilgi sahibi olduğunu bu sözlerinden rahatlıkla anlayabiliyorsun. Bu durum ise, hakkında tutulmuş raporlar ve diğer başkaca evraklar olduğu düşüncesini de ortaya koyarken, sözlerinin hakikatı konusunda da Amiral Valeria’da bir kanaat oluşacağını hissedebiliyorsun.
Joined: Tue Jan 21, 2025 10:15 pm
Güneş, üniformamın pirinç düğmelerinde kırılıp denizin tuzlu nefesine karışırken, selam duruşlarım bir ritüelden öteye geçiyordu. Her rütbe, her bakış, birer mühürdü adeta… Maria’nın gözlerinde parıldayan gurur, geçmişin sislerinden sıyrılıp bir an annemin masallarındaki “kahraman” suretine büründü. O titreyen bakışlar, “Sen bizim çocuğumuzsun,” diye haykırıyordu sessizce. Gopher’in bembeyaz dişleri ise askerî nizamın demir perdesini yırtan bir sıcaklıkla gülümsedi—belki de bu donuk koridordaki tek samimi ışıktı o an… Clayton’ın kolu yırtılırken patlayan ses, içimdeki gerilmiş kirişi kopardı. O an, duvarlardaki bayraklar bile utançtan kızarmıştır, diye düşündüm. Ama Mya’nın keskin bakışları… O anaç sertlik, omurgamı demirle doldurdu. “Fırtınanın göbeğinde bir liman,” mırıldandım. O keskin bakışların altında saklı şefkat, bir an olsun sırtımı dikleştirdi.

Hokkyouku’nun gölgesi altında ezilirken, Kanaga’nın çevik selamı bir denge unsuru oldu. İki zıt kutbun arasında sıkışmış bir gemiydim; direklerim çatırdıyor, güvertemde fırtına dans ediyordu. Korari ve Regnier’in önünde durduğumda ise, titreyen kolum yüreğimdeki depremi ele verdi. İsimleri bile birer kasırgaydı—yaklaştıkça kulaklarım uğulduyor, nefesim kesiliyordu. Ama sonra…

Alevler.

Amiral Valeria’nın karşısında bedenimden yükselen ateş, içimdeki tüm tereddütleri yakıp kül etti. Kalabalığın haykırışları, denizci ruhunun ortak nabzına dönüştü. Arkamdaki gülüşler… Gururun sesiydi. Ta ki Amiral’in eli havaya kalkıp her şeyi dondurana kadar. O an, denizin ortasında tek başıma kalmış gibiydim.

Sesi gerilmiş kirişten bana doğru fırlamış bir ok gibi, sanki sadece bana süzülüyordu.

Sözleri, bir emirden öte bir imtihandı. Alevlerim sönse bile yüreğimdeki korum hiç ölmemeliydi. Sonra… O soru. Kardeşim. Dudaklarımın kenarına yapışan ismi, içimdeki fırtınayı uyandırdı. Denizci üniformasının altında sakladığım yara… O ismi duyunca kanamaya başladı.

“Amiral Valeria,” diye başladım, sesim alevlerin titremesiyle dans ederken, “Kardeşimin bir gün denizci olacağını bilsem de o günün geldiğini bilmiyordum. “ Duraksadım. Omzumdaki yıldızlar, bir ömür taşıdığım gemi zincirleri kadar ağırdı. Yüzümde istemsizce oluşan gururlu gülümsemenin ise hiç farkında değildim. “İki yıl önce, kardeşimle beraber büyüdüğümüz yetimhaneden ondan önce ayrıldım. Deniz bizi ayırdı. Aynı dalgalara kürek çeksek de… rotalarımız şu an için farklı. Kader doğru anda onu karşıma çıkaracaktır.”

Gözlerimi kırpmadan Amiral’in bakışlarına tutundum. İçimdeki ateş, sözlerimle birlikte yeniden parlıyordu. Belki Valeria, cevabımdaki çelişkiyi duydu. Belki de… yanan bir yüreğin sesini. Kardeşine duyduğu derin özlem ile hala doğru anın gelmediğine inan vicdanın arasında sıkışmış bir adamın sessiz çığlığını.

Sessizlik çöktü. Alevlerim hâlı yalıyor, gökyüzüne dumanla yazılmış bir meydan okuma gibi yükseliyordu. Amiral’in ifadesizliği, bir kartalın avını izlerken ki sabrını andırıyordu.

Ama alevlerim hâlâ yanıyordu.

Yeter ki… sönmesinler.
Image
Karakter
► Show Spoiler
Profil
► Show Spoiler
Şeytan Meyvesi/Disiplin&Stil
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Wed Nov 27, 2024 12:39 am
Kardeşinle ilgili sözlerine karşılık Amiral Valeria sadece “Adaletle birlikte gelen kader, eminim sizlerin yolunu da kesiştirecektir.”demekle yetiniyor. Amiral Valeria’nın bu sözleri bir hikayenin sonlanışından ziyade, ona verilen bir arayı anımsatıyor. Bunun ortamdaki diğer kişiler tarafından ne kadar anlaşılabilir olduğunu kestiremesen bile, en azından Amiral Valeria’nın bu konuya olan ilgisinin bitmediğini açıkça anlayabiliyorsun. Nitekim Amiral Valeria aldığı hafif bir nefesin ardından “Cyrus Blazeheart… Bugünden itibaren Kuzey Kontrol Noktası konuşlu Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga’nın bölüğünde yer almaktasın! Yeni bölüğünde, rütbende ve görevlerinde sana başarılar dilerim!” diyor. Amiral Valeria’nın bu sözlerinin ardından bakışların Kıdemli Albay Kanaga’ya kayıyor ve onun sana sadece kaçamak bir bakış atmasıyla yetindiğini görebiliyorsun.

Tören düzenine göre yapılan görevlendirmenin ardından yerine geçerken, yanındaki diğer yoldaşlarının yeni görev yerleri seninkine benzer bir şekilde açıklanıyor. Seninle birlikte gelen yoldaşlarının her biri farklı rütbelilerin bölüklerine dahil olsa bile, her biri senden daha düşük rütbelilerin bölüğüne girmiş oluyor. Her birinizin yeni görev yerlerinin açıklanmasından sonra ise Amiral Valeria oturduğu yerden kalkarak arkasına doğru ilerliyor ve tüm denizciler selamlarıyla onu uğurluyor.

Amiral Valeria’nın ayrılması akabinde, Koramiral Regnier Tongrelow heybetli sesiyle “Tüm denizciler görev yerlerine!” diye bağırıyor ve bu da törenin bittiği anlamına geliyor. Bu noktada bölüğüne atandığın Kanaga olduğu yerde sabit bir şekilde durup bakışlarını sende odaklamışken, diğer denizcilerin dağılmasını biraz bekledikten sonra Koramiral Regnier Tongrelow’a doğru bir selam veriyor ve ardından sana dönerek “Beni takip et!” diyor. Kanaga’nın adımları karargahın sağ tarafına doğru, eğitim alanlarının bulunduğu noktaya doğru ilerlerken, diğer rütbelilerin de kendilerine özgü ifadeleriyle seni süzdüklerini hissedebiliyorsun.
Off Topic
Karakterinin konuşmalarının geçtiği yerde seçtiğin renk gerçekten okumayı zorlaştırıyor. Gözlerim bana daha çok lazım, lütfen onlara biraz acı... :(
Joined: Tue Jan 21, 2025 10:15 pm
Amiral Valeria’nın sözleri, havada asılı kalan bir kılıç gibi sallanıyordu. “Adaletle birlikte gelen kader…” Sanki bir tahtanın üstünde ilerleyen satranç taşlarıydık; her hamle, kanla çizilmiş bir kader haritasına hizmet ediyordu. Kardeşim… Onun adı, dilimde bir yara gibi kanarken, Valeria’nın gözlerindeki o buzul mavisi sır, içimi kemiren bir fareye dönüştü. Bitmedi. Bu, bir son değil, kıvılcımı henüz ateşlenmemiş bir öykünün ilk cümlesiydi.

Amiralin bölüğümü belirtirken ki sesi, kemiklerime işledi. Albay Kanaga… Gözlerim ona kaydığı an, buz kesmiş bir nehrin dibinde boğuluyormuşum gibi hissettim. Bakışları, karanlıkta parlayan iki çelik bıçak gibiydi—kaçamak, ama delici. Üstümde gezinen o bakış, bir celladın ipi kadar soğuk hissettirmişti. Yanımdaki yoldaşlarımın görev yerleri okunurken, atandığım bölüğün ağırlığı omuzlarımda bir zırh gibi çöktü. Neden ben? Diğerleri daha alt bölüklere dağılırken, bu terfi değil, bir imtihandı. Belki de Amiral, içimdeki ateşi test etmek istiyordu… Ya da söndürmek.

Tören dağılırken, Koramiral Regnier’in gürleyen sesi duvarları bile emri altına alıyordu sanki. Kalabalık, güneş altında eriyen bir kar kitlesi gibi çözülürken, gözlerim yeniden Kanaga’ya kenetlendi. Heykelsi bir durgunlukla durmuş, bakışlarını bana dikmişti. Koramirale selam verdikten sonra Kanaga’nın “Beni takip et!” emri, donmuş bir nehrin üstünden sıçrayan bir kıvılcım gibi çınladı kulaklarımda. Sözlerinin ağırlığı, buz tutmuş atmosferde yankılanırken, içimdeki ateş ansızın bir kor haline büründü. Takip etmek… Bu, basit bir emirden öteydi.

Harekete geçmeden önce, tüm rütbelilere saygıyla bir kez daha selam verdim ve yürümeye başladım. Yürümeye başladığımda arkamda kalan rütbelilerin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.

Kanaga'yı takip etmeye başladığımda adımlarımın her biri, geçmişin küllerine basarak ilerleyen bir mahkumun ritmini andırıyordu. Albay Kanaga'yı arkasından takip etmek tenimi yakan bir soğuk hava hissetmeme sebep oluyordu. Sanki o soğuk üniformamın katmanlarını delip tenime işliyor, nefesim havada buğuya dönüşüyor, her soluk alışımda ciğerlerimdeki alevler sönmek için çırpınıyordu.

Kanaga’nın arkasından yürürken, zamanın dokusunu yırtan bir sessizlik sarmıştı bedenimi. Üniformasının kıvrımları, tanrıların unuttuğu yazgılar gibi katmer katmer düşüyordu sırtından. Rütbeleri ise donmuş yıldız çekirdekleriydi; dokunsan evrenin ilk çığlığını duyacak kadar eski, ölümcül bir parlaklıkla kırılıyorlardı. Adımlarımızın koridorda yankılanan sesi, ateşle buzun ilkel dansıydı: Biri tüm geçmişi yakıp küllerinden doğurmak, diğeri sonsuza dek dondurmak için aç susuz...

Bu yolun sonunda ne vardı? Bir başlangıç mı, yoksa sonsuz bir düşüş mü?

Bunu öğrenmenin yolu, Albay Kanaga'yı yolun sonuna kadar takip etmekten geçiyordu.

Bende onu yaptım.

Image
Karakter
► Show Spoiler
Profil
► Show Spoiler
Şeytan Meyvesi/Disiplin&Stil
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Wed Nov 27, 2024 12:39 am
Kıdemli Albay Kanaga’nın ardından attığın adımlar esnasında, onun bir kez bile arkaya dönmemesine rağmen, onu takip ettiği bildiğini belli eden hallerini not alıyorsun kafana. Aranızdaki birkaç adım, sanki onlarca metre mesafeye bürünmüş gibi bir hava yaratsa bile, Kanaga bundan pek de rahatsızlık duymuyor gibi görünüyor. Nitekim, eğitim alanına doğru savrulan adımlarınız, kısa süre içerisinde karargahı çevreleyen yüksek surlara doğru yöneliyor. Eğitim alanını başladığı toprak alana geldiğinizde, eğitim yapmakta olan denizcileri görüyorsun. Kimisinin engelli koşularla uğraştığı, kimisinin kılıç çarpıştırdığı ve kimisinin de belli bir dövüş stili üzerinde çalıştığı antrenmanları yaparken, Kanaga’nın fark edilmesiyle herkesin hareketlerine son verdiğine şahitlik ediyorsun. Eğitimlerin başında olan ve geneli Teğmen rütbesinde olan denizciler, oldukları yerde nizami asker selamlarına geçtiği anda, tüm denizcilerin de onları takip ettiğini görebiliyorsun. Kanaga ise, kendisine gelen selamlardan bir an önce kurtulmak ister gibi gelişigüzel bir selam vermesinin ardından, adımlarını hızlandırmaya başlıyor.

Eğitim alanlarını hızlı adımlarla tüketmenizin ardından, daha yeşilliğin hakim olduğu bir noktaya varıyorsunuz. Nitekim yeşilliğin dibinde başlayan yüksek surlar, belki de anlamsız bir şekilde kendini güvende hissetmene de neden oluyor. Nihayet surların dibine kadar geldiğinizde, Kanaga sırtını hemen hemen sur duvarına yaslayacak gibi durarak yüzünü sana dönüyor. Etrafını birkaç kez süzmesinin ardından yalnız olduğunuza kanaat getirmesiyle, Kanaga bir kadının zarafetini ve bir askerin keskinliğini taşıyan ses tonuyla “Anlat bakalım Teğmen, olayın ne?” diyor. Sözlerinin bitmesiyle birlikte gözlerini sana diken Kanaga, sırtını yavaşça sura dayarken iki kolunu da göğsü hizasında kavuşturarak daha rahat bir pozisyona geçiyor.
Joined: Tue Jan 21, 2025 10:15 pm
► Show Spoiler
Adımlarımız arasındaki mesafe, bir çölle bir vaha kadar uzaktı. Kanaga’nın sırtı bana dönük, dimdik yürüyordu. Sanki ardında bıraktığı her adım, toprağa çakılan bir mızrak gibi sertleşiyor, takip etmek bile bir ihanet sayılıyordu. Üniformasının kolları, rüzgârda sallanan eski bir savaş bayrağı gibi hırçınca dalgalanıyordu. Biliyordu. Arkasındaki her nefesimi, her ter damlamı sayıyordu. Tıpkı bir kurdun, sürüdeki en zayfı koklaması gibi…

Eğitim alanına vardığımızda, zaman bir bıçakla kesildi. Koşan denizciler, havada donan kılıçlar, çığlık atan talim komutları… Hepsi Kanaga’nın gölgesi düşer düşmez taşa dönüştü. Teğmenlerin selamları, mezarlık heykellerinin katılığındaydı. Kanaga ise elini şakağına hafifçe götürüp indirdi; ölüleri andıran bir hızla. Sonra yeniden yürümeye başladı. Sanki selam, onun için sadece zaman kaybından ibaret bir ritüeldi.

Sur duvarlarına yaklaştıkça, yeşilliklerin arasından yükselen taşlar, bir devin kemikleri gibi üzerimize abanıyordu. Kanaga duvara yaslandı. Bedeni, hem savaşçı bir heykelin soğukluğunu hem de bir annenin rahmine çekilen çocuğun gevşekliğini taşıyordu. İki kolunu göğsünde kavuşturduğunda, omuzlarındaki rütbeler güneşte paslı hançerler gibi parladı. Üç kelimeden ibaret konuşmasını bana aktardığındaki sesindeki kadınsı yumuşaklık, bir zehrin bala karışması gibiydi: Öldürücü, ama tatlı.

Sustum. Çünkü kelimeler, ağzımda eriyen kar taneleri gibi kayboluyordu. Gözlerini dikti bana: İki kurşun mermi. İçimdeki her sırrı delip geçtiler. Belki de soruyu sormak için değil, zaten bildiği cevabı bana itiraf ettirmek için gelmişti buraya.

“Olayım mı?”

Gözlerim, Kanaga’nın üniformasının yakasında asılı duran denizci rozetine takıldı. O rozet, ailemin kanıyla ıslanmış halı kadar anlamsız geliyordu bana. Dudaklarımı ısırdım; dilimin ucunda alevler ve itiraflar yarışıyordu.

"Ben, yitip gitmiş bir çocukluğun küllerinden yükselen alevim Albay."

Parmak uçlarımda kıvılcımlar dans etti. Kontrol et. Her zaman kontrol et. Ama Kanaga’nın bakışları, içimdeki çelik zırhı eritiyordu.

"Bu üniforma altında yanık bir çocuk var. Yanık derken… Sadece ellerimden, saçlarımdan değil. İçim. İçimde hâlâ o gece yanıyor: Babaannemin dokuduğu halı üzerinde, annemin ve babamın kanıyla beslenen ateş. Babamın boğazındaki bıçak… Tık sesi. Ve ben. Altı yaşında, Mera Mera No Mi’yi ısırırken dişlerimde kırılan meyvenin çığlığı."

Bir an, surların gölgesi geçmişin kendisi gibi üzerime çöktü.

Parmak ucumdaki kıvılcımlardan bir tanesi aleve dönüştü.

"Bu alev…" dedim, "Altı yaşında bir çocuğun, annesinin cesedinin üzerinde titrerken yaktığı ilk kıvılcım. Bu alev…" Parmaklarmı yumruk yaptım,"Magnus’u o yetimhanede bıraktığım gece, içimi kemiren pişmanlığım. Bu alev…" Gözlerini kapattım, "Yetimhanedeki Rahip Jorah’ın, 'Ateşin efendisi ol, kölesi değil' diye haykırdığı o ilk talimde, dilimde yaktığı tuz."

Gülümsedim. Acı bir gülümseme. Parmağımın ucundaki alev söndü.

"Hastane gemisini alevlerimle sardığımda," diye devam ettim, "korsanların değil, korkunun kokusunu yaktım. Çünkü korku…" Duraksadım, "…tıpkı babamın katilinin bıçağı gibi, en çok masumları vurur."

Surlara yaslandım. Taşlar, sırtıma geçmişinin kaburgalarını batırıyordu.

"Evet, hakkımdaki raporlar da yazdığı gibi bazen kontrolden çıkıyorum. Ama bu kontrolsüzlük değil…" Gökyüzüne baktım. "Sadece ateşin dili konuşuyor: Saf, acımasız, arı."

Kısa bir an gökyüzünde süzülen bulutlara takılı kaldı bakışlarım. Biraz soluklandım.

"Bana 'Volkanik Yargıç' diyorlar. Peki siz ne görüyorsunuz, Albay?" Bakışlarımı onunkinde sabitledim.

Artık susma vaktiydi.
Image
Karakter
► Show Spoiler
Profil
► Show Spoiler
Şeytan Meyvesi/Disiplin&Stil
► Show Spoiler
Game Master
Game Master
Joined: Wed Nov 27, 2024 12:39 am
Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga… İsminin bile birçok korsanı titrettiğini bildiğin kadının karşında donuk gözlerle durarak, sanki beş kelimelik bir destana evirdiği cümlesiyle seni dinlemeye koyuluyor. Kafanda onun bu beş kelimesine karşılık bir şeyler dönüp duruyorken, bir yandan da isminin geçtiği zamanlardaki anılarına dönüyorsun. Henüz daha denizciliğe ilk adımlarını attığından bu yana, onun hakkında duydukların bir silsile gibi doluyor zihnine usulca.

Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga…

Disiplin ve soğukkanlılık timsali bir karakter… Soğuk bakışları, sadece mizacının değil, aynı zamanda hakkındaki bilinmezliğin bir yansıması... Emir-komuta zincirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve adalet kavramına derin bir inanç beslediğini duyduğun Kanaga’nın farkı, bu inancın katı ve esneklikten uzak bir yapısı olmasından ileri gelmesi... Kanaga için kuralların, kişisel duyguların önünde gelmesi ve görevin her şeyin önünde olması…


Şimdiye kadar deneyimlediğin gibi, sessiz ve ciddi bir yapıya sahip olan Kanaga’nın, gereksiz konuşmalardan kaçındığı ve yalnızca gerektiğinde konuştuğunu da kurduğu beş kelimeden anlamış oluyorsun. Aslına baktığında, tıpkı söylenilenler gibi bu durumun, çevresindekilerde hem hayranlık hem de korku uyandırdığını düşünüyorsun. Soğuk bir dış görünüşe sahip olmasına rağmen, iç dünyasında güçlü bir azim ve sarsılmaz bir irade barındırdığını rahatlıkla hissedebiliyorsun. Seni dinlenmeye başladığında elini katanasının kabzasına doğru götürmesi ise, Kanaga’nın sanki zayıflığa tahammülü olmadığını, hem kendisinde hem de başkalarında en küçük tereddüt belirtisini bile hoş görmeyeceğini gözler önüne seriyor.

Ancak onun gözlerine baktığında, gördüğü boşluğun aslında derin bir yalnızlık taşıdığını anlayabiliyorsun. Adeta bastırdığı duygularıyla sadece çevresini değil, kendisini bile kendisine yabancılaştırmış gibi duran Kanaga’yı anlamak, bu açıdan oldukça zorlayıcı görünüyor. Ve tüm bu söylenenler ile karşında gördüğün karakterin uyuşması, onun saygınlığını da açıkça ortaya koyuyor.

Tüm bu düşüncelerinle birlikte cümlelerini kurmaya başladığında, Kanaga katanasının kabzasındaki elini hafifçe ileri geri oynatarak katanasıyla kurduğu oyuna, senin konuşmalarından daha meraklı görüyor. Ancak yine de kulağının sende olduğunu arada gönderdiği kaçamak bakışlarıyla belli ediyor. Çıkardığın kıvılcım, parmak ucundaki ateş, yüzüne düşen gülümseme ve surlara yaslanışın, sanki onun için anlamsız hareketlerden başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. Fakat buna rağmen, Kanaga’nın sessizliği seni anlamaya çalıştığının bir göstergesi oluyor. Nitekim, sana takılan lakabı andığında ve Kanaga’ya sorunu yönelttiğinde, Kanaga’nın yüzünde belli belirsiz bir tebessümü fark edebiliyorsun. Acıma ile takdir etme arasında gelip giden tebessüm, hiç varlık bulmamış gibi silinip giderken Kanaga hafif bir nefes alıyor ve ardından gözlerini yavaşça kapatarak “Gösteriş meraklısı toy bir denizci, hepsi bu.” diyor. Bu sözlerinden sonra ise, geldiğiniz noktaya doğru ufak adımlarla ilerlemeye başlayan Kanaga “Bölüğümün öncüleri içerisinde olacaksın. Hazırlıklarını yap, akşama doğru yola çıkacağız.” diyor ve başkaca bir şey söylemeden ilerlemeyi sürdürüyor.
Joined: Tue Jan 21, 2025 10:15 pm
Kıdemli Albay Kyuzan Kanaga.

Adı, ağzımda donmuş bir nehir gibi kayıyordu. Heceleri bile keskindi: Sanki bir kılıcın çeliğe sürtünüşü andırıyordu. Karşımda dikilirken, üniformasının dikişleri kadar kusursuz duruşu, benim kavruk bedenimi daha da çıplak bırakıyor gibi hissediyordum. İlgisiz gibi görünen bakışlarının parmak uçlarımda kıvrılan ateşi gördüğünden emindim. Gözleri, benimle her buluştuğunda bir kartalın avını izlerkenki sabrıyla takip ediyordu hareketlerimi. Ama ben hissediyordum; asıl izlediği, ateşimin altındaki çocuktu.

Çocuk.

O kelime, zihnimde bir kırık cam gibi saplanıp kalmıştı. Denize ilk açıldığım günü hatırlattı bana: Günbatımında yalın ayak koştuğum iskelede, gemilerin direklerindeki fenerlerin titreyişiyle büyülenmiştim. Şimdiyse, o fenerlerin yerini Kanaga'nın gözlerindeki donuk ışık almıştı. Belki de bu yüzden, avucumdaki alevi saklamak için elimi yumruk yapıyordum. Sakladığım sadece ateş değildi; çocukluğumun külleriydi.

Soruma verdiği yanıtta kullandığı kısa ve öz sözleri, bir bıçak gibi kaburgalarımın arasına saplandı. Ama acıtmadı. Çünkü biliyordum: "Toy" kelimesi, onun ağzında bir küfür değil, itiraftı. Tıpkı annemin bandajları gibi, bu söz de yaraları örtmek içindi. Belki de Kanaga, kendi gençliğindeki ateşi görüyordu bende. Ve onu söndürmek için değil, kontrol etmek için uğraşıyordu.

Geldiğimiz yöne doğru ilerlerken o, surların tepesinden sarkan bayrakların hışırtısı, içimdeki sessiz çığlığa eşlik ediyordu. Kanaga'nın adımları, kar üzerinde iz bırakmayan bir yırtıcının adımlarını andırıyordu; tıpkı geçmişinin iz bırakmayışı gibi. Hakkında bildiklerim, kulaktan dolma efsanelerden ibaretti sadece. Sanki insanlığını, terfi ettikçe bir zırhın altına gömmüştü.

İlerlerken sarf ettiği sözlerine sinmiş sesi, bir kış rüzgârı gibi sıyırdı tenimi. Arkasından bakakalmışken üniformasının belindeki katananın kabzasına takıldı gözüm. O kılıcın, kaç isyancının boynunu kestiğini duymuştum. Kulaktan kulağa anlatılan hikâyelerde, Kanaga'nın katanasından sızan kanın bile buz tuttuğu söylenirdi. Şimdi anlıyordum: Katana değil, kendisiydi keskin olan.

Kanaga uzaklaşırken parmak uçlarımda dans eden alevi serbest bıraktım. Kıvılcımlar, taş duvarlara düşen gün ışığının nazlı dansıyla ahenk yakalarken, tepedeki sarkan bayrakların gölgeleri usulca onlara karıştı. O an fark ettim ki; içimde yanan bu ateş, karşısındaki buzun soğukluğunu eritecek güce sahip değildi şu an için. Yine de belki... çatlatabilirdi.

"Gah-rah-rah!.. Ha-ha… KRAHAHA!"

Bu düşünce, yalnızlığın sessiz anlarında boğazımdan kopan kahkahalara dönüşerek etrafa yayıldı. İçimde yıllardır gizlediğim heyecan, artık özgürce dışarı taştı; hayalimdeki o uzak dünyaya bir adım daha yaklaşmıştım. Kanım adeta kaynıyor, kalbim o bilinmezliğe olan özlemle hızla çarpmaya başlamıştı.

Belki de Teğmen olduğumu ilk bu an fark etmiştim.

İlk adımı atmıştım. Belki de bir yaprak hışırtısı kadar hafif, belki de bir kuşun ilk uçuşu kadar ürkekti o adım... Ama yine de, geride bıraktığım kum saatinden düşen bir tanecikti işte.

Bu adımı atmama sebep olan ve tüm bu süreç boyunca benimle olan insanlara veda etmek istiyordum. Herhangi bir hazırlığa ihtiyacım yoktu. Bu yüzden vaktimi bununla değerlendirecektim. İki yıl boyunca gölgelerimi paylaşan o insanlara – artık benim gibi göğüslerinde yıldızlar taşıyan teğmenlere, soluk koridorlarda nasihat dolu sözleriyle sesi hâlâ titreşen Yüzbaşı Maria Lindsey’e– son kez dokunmalıydım kalbimle. Önce Yüzbaşı Maria Lindsey'nin kapısını çalacaktım. Orada, masasının üzerinde dağılmış haritaların ve kayıp zamanların arasında, işinin başına döndüğünü düşünüyordum. Eğer onu odasında yakalarsam, tıpkı bir kılıç kadar keskin bir selam verecektim. Ama sonra? Belki gözlerindeki puslu aynada kendi eksikliğimi görecek, belki de kelimeler, dilimin ucunda donan kırlangıçlar gibi düşeceklerdi yere. Çünkü ben, sözcükleri hep yarım bırakmıştım. Magnus’a bile… Onun bile omzuna bırakamadığım bir el vardı hâlâ sırtımda.

Hay lanet...

Vedalardan nefret ediyorum!
Off Topic
Normalde, bu tarz şeyleri pek yapmam ama söz konusu One piece evreni olunca, evrenin dinamiklerine uygun olacağını düşünerek aşağıdaki gibi bir paragraf yazdım. Luffy'nin sekiz metre olduğu gibi türlü türlü absürt ve alakasız söylemlerden esinledim.... Eğer çok aykırı ise, görmezden gelmenizi rica edeceğim.

"İlerlerken sarf ettiği sözlerine sinmiş sesi, bir kış rüzgârı gibi sıyırdı tenimi. Arkasından bakakalmışken üniformasının belindeki katananın kabzasına takıldı gözüm. O kılıcın, kaç isyancının boynunu kestiğini duymuştum. Kulaktan kulağa anlatılan hikâyelerde, Kanaga'nın katanasından sızan kanın bile buz tuttuğu söylenirdi. Şimdi anlıyordum: Katana değil, kendisiydi keskin olan."

Image
Karakter
► Show Spoiler
Profil
► Show Spoiler
Şeytan Meyvesi/Disiplin&Stil
► Show Spoiler
Locked