Page 1 of 1

Tideshore 'Smiley' Maximilian

Posted: Thu Aug 21, 2025 11:09 pm
by Tideshore Maximilian
Genel Bilgiler

İsim: Tideshore 'Smiley' Maximilian
Yaş: 22
Boy: 1.91
Kilo: 75
Uyruk: West Blue
Rütbe: Chusa
Tayfa Rolü: Araştırmacı
Deniz: North Blue


Portre

Görünüm:
► Show Spoiler

Dağınık, koyu kahverengi saçlarım ve yüzümden genellikle eksik olmayan gülümsemem en belirgin özelliklerim olarak dikkat çeker. Uzun sayılabilecek boyuma kıyasla nispeten düşük kilom sebebiyle sıska bir görünümüm olsa da fit bir vücuda sahip olduğum söylenebilir. Rütbeli denizcilerin geleneğine uygun şekilde giyimimden eksik etmediğim takım elbisem ve üzerine geçirdiğim apoletli denizci pelerinim gündelik kostümümü oluşturur. Takım elbisemi genellikle klasik usulde bir kravat yerine gösterişli bir fularla süslemeyi tercih ederim. Sinekkaydı tıraş ve şık bir görünümün saygı uyandırdığına ve güven verdiğine inandığım için günlük tıraşımı ve ütümü mümkün mertebe eksik bırakmamaya özen gösteririm. Üniformamı tamamlayan detaylar genellikle sırtımdan eksik etmediğim tüfeğim ve o an okumakta olduğum, aşağı yukarı gittiğim her yerde bana eşlik eden kitaplarımdır.

Kişilik:

Kendime dair en sevdiğim yönüm, bir şeyleri öğrenmeye dair merakımın asla sonlanmaması. Genel manada alçakgönüllü biri olmaya çalışsam da, asıl kibir bu yönümle övünmemek olur sanırım. Tarih, coğrafya, astronomi, biyoloji... Eğer öğrenilecek bir şey varsa, orada olmaktan hep keyif almışımdır. Sözkonusu alanların hiçbirinde uzman olduğumu iddia edemem elbette, ancak hiç gerçek bir okula gitmemiş ve okuma yazmayı küçük bir balıkçı teknesinde sökmüş biri olarak bunlarla gurur duymamak kendime haksızlık olurdu. İkinci en sevdiğim yönüm, yüzümden eksiltmemeye özen gösterdiğim gülümsemem. Nazik, basit bir gülümsemeyle pek çok kapının açıldığına ve pek çok gönlün fethedilebildiğine çok kez şahit oldum. Nezaket ve samimiyet bence hayatın altın anahtarları arasında. Hakedilmiş bir saygının korku temelli olmaktan ziyade sevgi temelli olduğunu düşünmek çok daha güvenli gelmiştir bana hep. Korkuyla yönetilen insanlar elbet bir gün kafalarını kaldırıp korkmayı bırakırlar, ancak karşılıklı anlayışın olduğu noktada her iki taraf da bu konuda istekliyse problemlerin büyük bir kısmı çözülebilir. İyi bir gözlemci olduğumu da söylesem abartmış olmam herhalde. İnsanların davranışlarını ve olaylara yaklaşımlarını pür dikkat izlemek ve öncül yorumlar çıkarmak hobilerim arasında. İşin aslı, olaylara yaklaşımımı daha doğru ve pürüzsüz hale getirdiğine inanıyorum bu tutumumun. Hayattaki en büyük gayem ise birilerini çaresizlikten kurtarabilmek. Bunun için denizci oldum, kendimi bunun için eğittim, bunun için savaşıyorum. Dünya acımasız ve kötülüklerle dolu olabilir, ancak iyi insanlar olmaya devam ettikçe dünya yaşanabilir bir yer olmaya devam edecek. Ve attığım her adımda, dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirmeye devam edeceğim.

Geçmiş:

1. Köken ve Çocukluk Dönemi

Doğduğum toprakları hiç görmedim. Ancak hikayesine fazlasıyla aşina olduğum söylenebilir. Aslında belli bir genel kültüre sahip tüm insanların bu hikayeyi bir şekilde duyduğunu sanıyorum. Ohara’nın şeytanlarını yani. Tam 22 yıl önce, dünya hükümetinin emriyle yok edilen bu Batı Denizi adasında doğan belki de son çocuğum. Doğduğum adaya benzer şekilde hiç görmediğim annem ve babam da bu ‘sözde’ şeytanlardandı. Şu sıralar hasır şapka korsanlarıyla seyahat ettiği bilinen Nico Robin dışında ‘Şeytan’ın Çocuğu’ lakabını hakeden bir diğer kişiyim kısacası. Tabii, bu bir sır. Beni kendi öz oğlu gibi yetiştiren ve yalnızca hayatımı değil, tüm dünya görüşümü borçlu olduğum bir denizci subayı tarafından büyütüldüm. Buster Call’un korkunç gümbürtüsü sonlandıktan sonra sağ kalan kimsenin olup olmadığını kontrol etmek için karaya çıkan ekibin bir parçası olan babam, harabeye dönmüş bir evin yıkıntıları arasında ağlarken bulmuş beni. En fazla üç aylık, etrafında ne olup bittiğinden bihaber sümüklü bir velet. Kırklı yaşlarının sonunda, ancak sürekli denizlerde olduğu için bir türlü aile kurmaya imkan bulamamış yalnız bir adammış. Beni o devasa yıkıntılar arasından nasıl çıkardığına, gizli bir şekilde gemiye getirip herkesten gizlemeyi nasıl başarabildiğine kendinin bile tam anlam veremediğine eminim. Ancak bazen, hayat hiç beklenmedik sıralı tesadüflerden ibaret olabiliyor. Bir şekilde Ohara’dan ayrılıp görevli olduğu geminin vardığı ilk limanda istifasını vererek donanmadan ayrılmış. Bakmak zorunda olduğu bir ailesi olmadığı için kenarda köşede tuttuğu birikimiyle bir balıkçı teknesi alıp gelgitleriyle meşhur ufak bir Batı Denizi adasına yerleşmiş. Soyismimiz de buradan geliyor aslında. Ohara’da yaşananlardan o kadar utanç duymuş ve o kadar vicdan azabı çekmiş ki, aynı kişi olarak yaşamını sürdüremeyeceğini farkederek ismini değiştirmiş.

Nispeten sessiz bir adamdı babam. Sosyalleşmeyi pek sevmezdi ve zamanının büyük kısmını açıklarda balık tutarak geçirirdi. Yılların yorgunluğunu atmanın en iyi yolunun bu olduğunu tekrarlardı hep. Harika bir baba olduğunu söyleyemem, ancak elinden geleni yaptığına eminim. Ellili yaşlarındayken minik bir çocuğa bakmak ciddi bir enerji gerektiriyor olsa gerek. Sevdiğim bir laf vardır. Küçükken okuduğum kitaplardan birinde, kitabın yaşlı yazarı tarafından kaleme dökülmüş bir cümle: ‘Ben gençliği biliyorum, ancak siz; gençler, yaşlılığı bilmiyorsunuz.’ Tam olarak bu sebepten, onlu yaşlarımda çoktan altmış yaşını görmüş yaşlı babamı üzmemek adına elimden geleni yapmaya özen göstermeyi akıl edebilmiştim ben de. Gerçi kendime haksızlık etmek istemem, oldukça uslu bir çocuk sayılırdım. Artık genetiğimden midir, başka bir sebepten midir bilmem ama yaşadığımız ufak sahil kasabasının kütüphanesinde bolca zaman geçirir ve pek haylazlık peşinde koşmazdım. Babamla denize açılmadığım günlerin en büyük eğlencesiydi kitaplar. Kasabamızda ‘okul’ adı verilebilecek herhangi bir oluşum söz konusu değildi. O yüzden okuma-yazma pek yaygın değildi. Babam tarafından açık denizde oltalarımızı sallayıp beklerken eğitilmiştim. Kütüphaneye benim dışımda pek kimsenin geldiği de yoktu. Herhangi birinin kitaplarını çalmaya değer görmeyeceğini bilen yaşlı kütüphaneci günün çoğunu sandalyesinde horuldayarak geçirirken, tozlu rafların arasında her gün yeni dünyalara açılan bir kapı bulurdum.

Yaşlı babamın sevdiği bir diğer şey ise, atıcılıktı. Donanmaya katılmadan önce geçimin avcılıkla sağlandığı bir adada büyüdüğünden bahsetmişti birkaç kez. Bir diğer zaman geçirme yöntemimiz de adanın ıssız yerlerini keşfedip avlanabilecek hayvanları aramaktı. Çoğu zaman pek şanslı olmaz, babam tarafından çeşitli uzaklıklara yerleştirilen hedeflere talim atışı yapıp geri dönerdik. Şanslı olduğumuz günlerde ise o günün akşam yemeğini anca çıkaran minik avlarımız oluırdu. Balıkçılık kadar garanti bir gelir kapısı değildi yani. Ancak bugün sahip olduğum yeteneklerimi, o günlere borçlu olduğuma hiç şüphem yok.

Asıl doğum yerimi, ve babamın gerçek babam olmadığını öğrendiğimde sanırım on iki yaşındaydım. Şömine ateşinin bile içimizi tam manasıyla ısıtmaya yetmediği soğuk bir kış akşamında sesi titreyerek benimle erkek erkeğe bir şey konuşmak istediğini söylediğinde tuhaf bir şekilde hiç şaşırmamıştım. Bir şekilde biliyordum. Düşümde mi görmüştüm, yoksa bir anı mıydı emin değildim; ancak bitmek bilmeyen korkunç gürültüyü, gerçek ailemin korku dolu çığlıklarını ve alevlerin parlaklığını hatırlıyordum. Babamı ilk defa yaşlı gözlerle görmüş, hiç düşünmeden ona sarılırken bulmuştum kendimi. Sorun değildi, kan bağımız olmaması umrumda değildi ki. Baba olarak onu biliyordum, beni büyütüp bu yaşıma getiren oydu. Dahası, artık ona daha fazla minnet duyuyordum. Sönmek üzere olan bir köz parçasını bir şekilde kurtarmayı başarmış ve kor gibi yanan bir aleve dönüştürmüştü kendi başına. Ona bunları söylediğimde, gerginlikten kaskatı kesilmiş iri vücudunun kollarım arasında tüy gibi hafiflediğini dün gibi hatırlıyorum. Gece boyunca gözyaşlarıyla bana teşekkür etmiş, onu babası olarak kabul ettiğim için kendini ne kadar şanslı hissettiğinden bahsedip durmuştu. Ve hiç unutmadığım, hala da aklıma mıh gibi kazılı olan o cümleyi kurmuştu; ‘sen benim bu dünyayı affedebilmemi sağlayan tek şeysin.’

Ohara olayı, babam için oldukça kritik bir eşikti anlattığına göre. İdealist, adaletli ve merhametli bir genç olarak kendisini donanma dışında herhangi bir yere ait hissedemeyeceğini bildiğinden girebildiği en küçük yaşta donanmaya katılmıştı. Yıllar içinde pek çok kişinin hayatına dokunmuş ve birden fazla hayat kurtarmıştı. Ancak donanmanın ve dünya hükümetinin karanlık yüzüyle de birden fazla kez karşı karşıya kalmıştı yıllar içerisinde. Bir şekilde hep ‘insanlığın’ tarafında kalmaya çaba gösterse de, Ohara gözlerinin önünde küle dönüşürken bunu daha fazla yapamayacağını anlamıştı. Asıl niyetinin o gün orada kendini öldürmek olduğunu bana yıllar sonra itiraf etmişti aslında. Gizlice ekibinden ayrılıp kimsenin kendine engel olamayacağı ıssız bir yer ararken sesimi duymuştu. Benim babama bir hayat borcum vardı evet, ancak kendisi de hayatını bana borçlu olduğunu söylemişti.

2. Gençlik Dönemi

On beş yaşımda, hayatta ikinci kez yetim kaldım. Sağlığı son birkaç yıldır pek de iyiye gitmeyen, tekneyle açılıp balık avlama işini bile bir noktada tamamen bana bırakmak zorunda kalan babamın yorgun bedeni nihayetinde iflas etti. Babamın son yılında sık sık evimizi ziyaret etmek durumunda kalan kasabanın alaylı doktorun dediğine göre çok fazla sigara içtiği için ciğerleri iflas etmişti. Gerçekten de, çok fazla sigara içiyordu babam. Ölümünden birkaç saat önce bile, titrek ve artık kemikleri sayılan elinin işaret ve orta parmaklarını ağzına götürerek sigara istemişti benden sessizce. Doktorun koyduğu katı kurallara binaen, o sigarayı vermemek konusunda oldukça inatçı davranmıştım. Şimdi düşünüyorum da, belki de o sigarayı vermeliydim. Ne yazık ki, ilkinin aksine bu ölümde olup biteni anlayabilecek bilinç düzeyine sahiptim. Kasaba halkı bana sahip çıkmasa muhtemelen girmiş olduğum depresyondan çıkamayarak açlıktan ölürdüm. Ancak yaşlı balıkçının kitap kurdu oğlu kasaba halkı tarafından sevilen ve değer gören bir evlattı.

Bir yıl daha o kasabada yaşadım ve balıkçılıkla hayatımı idame ettirdim. Babam hep balıkların nerede olacağını sezebildiğimle alakalı şakalar yapıp dururdu, gerçekten de bu konuda fena sayılmazdım. Sihirli ancak anlam veremediğim bir şekilde balıkların nereye kümelendiğini, oltamı ne şekilde sallarsam kolayca yakalayabileceğimi hissedebiliyordum. O yüzden maddi anlamda babamın eksikliğini hiç çekmedim o bir yıl boyunca. Ancak beni artık oraya bağlayan herhangi bir şey kalmadığının da içten içe farkındaydım. Babamın aksine, balıkçılık bana ömrümün sonuna dek yetecek huzuru vermekten uzaktı. Kitaplardan öğrendiğim, babamdan dinlediğim dünyayı kendi gözlerimle görmek ve tecrübe etmek istiyordum. İyisiyle ve kötüsüyle. Bu yüzden tembel tembel kütüphanede zaman geçirip sıkıldığım –nadiren de olsa bazen olurdu- bir gün sahil kenarına inmiş ve demirleyen donanma gemisini gördüğümde ne yapmak istediğimi anlamıştım. İronikti aslında, donanmanın ve dünya hükümetinin karanlık yüzüne daha fazla katlanamayıp istifa eden ve inzivaya çekilen babanın denizciliğe merak saran oğlu. Ancak tam aksine, bir denizci olma arzumdaki en büyük motivasyon kaynağım yine babamdı. Tüm karanlığa, tüm kötülüklere ve acılara rağmen birilerine yardım edebilmek ve birilerini kurtarabilmek öylesine değerliydi ki. Kendimden biliyordum, hayatımı buna borçluydum sonuçta. Koca dünya için önemsiz görünen minik bir hareket bile, bir kişinin hayatında mucizevi değişikliklere sebep olabiliyordu. Ve bunu yapabileceğim en doğru yer de donanmaydı. İlerledikçe ve rütbem arttıkça, daha fazla kişiye yardımcı olabileceğime emindim. Yalnızca bir kişinin bile karanlığının içindeki ışık olmak dünyalara bedeldi gözümde. Ayrıca, bu acımasız düzeni değiştirebilmek için başka bir alternatifim olduğunu da düşünmüyordum. Yükselip daha fazla insanın hayatına dokundukça, daha fazla saygı gördükçe ve sevildikçe insanlar beni daha iyi tanıyıp ideallerime daha çok özen gösterebilirlerdi. Ve bir noktada, karanlığı aydınlığa çeviren itici güçlerden biri olabilirdim. Hiç kimseye mecbur olmadan, özgürce denizlere açılıp korsan olmayı da aklımdan geçirmemiş değildim gerçi bir noktada. Ancak korsanlar genellikle kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen kişilerdi ve korsanlık yaparak idealime ulaşabileceğime dair şüphelerim oldukça fazlaydı.

On altı yaşındayken katıldığım donanmada ilk birkaç yılım eğitimle geçti. Askeri düzende yalnızca emir komuta zincirini bilmek yetmiyordu elbette. Babamdan genel olarak donanmada işlerin nasıl yürüdüğünü, rütbelerin nasıl çalıştığını, kimin ne görevlerle uğraşabileceğini az çok öğrenmiş olsam da işin antrenman boyutu bunun tamamen dışındaydı. Sabahın bir köründe uyanıp pestilim çıkana kadar saatlerce koşturuluyor, süründürülüyor, yüzdürülüyordum. Haksız değillerdi gerçi, birilerini korumak istiyorsam güçlü olmam gerektiğinin farkındaydım. Ve güçlü olmanın sırrı yılmadan antrenman yapmaktan geçiyordu. Kasabadaki kütüphanenin kendine has tozlu kokusunda uzanıp tembelce kitap karıştırabildiğim günler çok geride kalmıştı artık. Atış talimleri tüm bu eğitim içerisinde katlanılabilir ve keyif aldığımı söyleyebildiğim nadir şeylerdendi. Çocukluğumdan beri ateşli silah kullanıp hedef almaya öylesine alışıktım ki, benimle beraber eğitim gören diğer erlerin vurmayı bırak yanından geçemedikleri hedefleri bile asla ıskalamıyordum. Bu durum, ufak bir ün yapmamı sağlamıştı birliğimde. Gerek keskin nişancılığımı, gerekse de yakın mesafelerde seri atıcılığımı kullanabileceğini düşünen yüksek rütbeli subaylardan biri eğitimim bittiği gibi beni kendi gemisine istemişti.

Resmi kayıtlara göre 18 yaşımı dolduralı birkaç ay olmuşken, eğitimim bitti ve ilk atamam yapıldı. Beni isteyen kumandanın gemisine verilmiştim gerçekten de, ve bunun faydasını sonraki yıllarda çokça gördüm. Lenora-taisa da bana benzer şekilde okumaya ve kitaplara düşkün orta yaşlı bir kadındı. İşi ve görevi sözkonusu olduğunda çelik gibi sert, normal zamanlarda ise ikili iletişimlerde pamuk gibi sevecendi. Kadınlardan korkmam gerektiğini o gemide görev yaparken öğrenmiştim. Arada sırada beni ve benim gibi diğerlerine kıyasla nispeten okumaya ilgili birkaç denizci erini daha gemimizdeki kitaplarla dolu kamarasına çağırırdı okuduğumuz kitaplar hakkında söyleşi yapmak için. Hatta bir keresinde, antik dili okuyabilmek için ömrünün on yılını feda etmesi gerektiğini söyleseler hiç şüphe etmeden kabul edeceğini bile söylemişti laf arasında. Tabii, benim antik dili okuyabilen dünyadaki son insanların adasından köken aldığımı bilmiyordu bunu söylerken. Muhtemelen bunu bilse, sohbetimiz farklı ve istemeyeceğim noktalara ilerleyebilirdi. Ne yazık ki, antik dilin nasıl okunabileceğiyle alakalı benim de bir fikrim yoktu. Bu konuda herhangi bir eğitim almadığım gibi, genlerle aktarılan bir şey de değildi. Ama sanırım ona bu konuda katılıyordum. Antik dili okuma kabiliyeti için on yıl feda edilebilir gibi gözüküyordu.

3. Marineford Savaşı ve Etkileri

Lenora-taisa’nın gemisindeki son görevim, dört büyük denizdeki pek çok denizci gibi Büyük Marineford Savaşı için çağrı almadan hemen önceydi. Taii rütbesine ulaşmıştım ve büyük savaş kapıdayken dönemin Gensui’si Sengoku ana denizci karargahına devasa bir yığınak yapmak için tüm gemilerdeki personelin yarısına yakınını ordugaha çağırtmıştı. Lenora-taisa, tüm tayfayı karşısına alıp bunu gönüllülükle çözmeye çalışacağını, ancak yeterli sayıya ulaşılamaması halinde gidecek kişileri kendi seçeceğini söylediğinde bir adım öne çıkan ilk kişi olmuştum. Tahminime göre, iş Lenora-taisa’ya kalsa beni göndermezdi. Hem savaş alanında, hem de günlük rutin işlerde geminin yükünün büyük kısmını çekmemin yanısıra ilgi duyduğu konularda uzun saatler sohbet edebildiği bir askerini gönderme taraftarı olacağını düşünmüyordum. Ama bu kendi ilerleyişim açısından reddedilemeyecek kadar büyük bir teklifti. Küçük denizde büyük balık olmaktansa, büyük denizde küçük balık olup kendime daha geniş bir büyüme alanı sağlayabilirdim. Hedeflerim yardım edebileceğim kadar çok kişiye yardım etmek ve barışı mümkün mertebe kalıcı kılmaktı ne de olsa. Bunun yolu ise yalnızca yükselmekten geçiyordu.

Marineford savaşı, sanırım hayatımda şahit olduğum en korkunç şeylerden biriydi. O ana kadar yaşamış olduğum küçük dünyamda akıl etmemin mümkün bile olmadığı şeylerle karşılaşmıştım. Depremler, tsunamiler, buz, ateş, lav, kan, ölüm. Grand Line hakkında çok fazla yazılı içerik tüketmiştim, ancak gözümle gördüğüm şeyler bunların hepsinin çok ötesindeydi. İnsanların acımasızlığı, fedakarlığı, zaafları ve pek çok diğer şey. Ancak açık konuşmam gerekir ki, bana ulaşmak istediğim gerçeğin kapılarını açan da bu savaş oldu. Gerçekten güçlü olmanın ne anlama geldiğini gördüm ve gerçekten güçlü olabilirsem neler başarabileceğime açık ve net bir şekilde şahit oldum. Savaşı birkaç küçük yarayla atlatabilmiş olsam da, artık ne istediğimi çok daha iyi biliyordum. Bir daha böylesi kazananın olmadığı ve istisnasız herkesin kaybettiği bir savaşın yaşanmaması için uğraşmalıydım. Tüm aklımı, bilgimi ve yeteneklerimi buna kanalize etmeliydim.

Savaş alanında, benim gibi düşünen ancak benden çok daha cesaretli olup sesini çıkarmayı başarabilen bir denizcinin sözlerinden çok etkilenmiştim. Sonradan adının Koby olduğunu öğrendiğim, muhtemelen benden birkaç yaş küçük ama mangal gibi yüreği olan bu cesur adam o kadar güçlü savaşçının arasında bu savaşın gereksizliğini tüm dünyaya haykırmayı başarmıştı. Savaşın amacı diyebileceğimiz idam gerçekleşip korsanlar geri çekilirken bile anlamsızca peşlerinden koşmayı sürdürdüğümüz anlarda Sakazuki-taisho’nun karşısına dikilip: ‘Kurtarabileceğimiz canlar varken” demişti; ‘Neden daha fazla ölüme ve yıkıma sebep oluyoruz?’ Neredeyse tanrısal güçlere sahip pek çok ünlü ismin arasında bu cümleler haykırılırken dizlerimin titremesine engel olamamıştım. Donanmayı, bizi, tüm dünyayı yönetmesi gerekenler böyle kişiler olmalıydı. Kanla ve insan etiyle beslenen radikaller değil. Tam olarak bu sebepten, yükselmeliydim. Yükselmeli ve bu ‘sözde’ adaletin yerini gerçek ve merhametli adaletin almasına yardımcı olmalıydım.

4. Zaman Atlaması Süreci

Savaş sonrası ilk görevlendirmem, Marineford’un tamirat ve yeniden düzenleme işlerinde olmuştu. Sıradan bir erden daha rütbeli olduğumdan mütevellit işlerim çoğunlukla fizikselden ziyade bir şeylerin takibini yapıp organize etmek olsa da yorucu bir süreç olarak hafızamda yer edindi bu dönem. Savaş alanında ölen denizci ve korsanların bedenlerini tamamen toplayıp uygun şekilde defnedene kadar çoktan birkaç gün geçmişti. Normal şartlar altında yoğun bir koku ve sinek istilası altında çalışmayı bekleyebilirdiniz böyle bir durumda, ancak neyse ki Amiral Kuzan güçlerini kullanarak tüm ölü bedenleri dondurmuş ve çalışmayı herkes için daha kolay hale getirmişti. Bu elbette etik açıdan sorgulanmaya müsait bir durumdu ancak ben dahil kimsenin bu konuya kafa yorduğunu sanmıyorum. Ölüler zaten ölüydü, onlar için pek farkeden bir şey olmasa gerekti. Odaklanmamız gereken hayata tutunmaya çalışan yaralı askerler, ve elbette ilerideki olası savaşlarda karşılaşabileceğimiz kayıplardan ne düzeyde kaçınabileceğimizdi. Cesetler toplandıktan sonra da pek bir şey değişmedi gerçi. Bu kez de tamirat yaptığımız her yerde savaşın farklı bir anı gözümüzde canlanıyordu. Amiral Sakazuki’nin lavları tarafından eritilmiş bir zemin, Şahingöz’ün savurduğu kılıcı tarafından açılmış devasa bir yarık, antik dev Oars Jr.’un öldükten sonra düştüğü alandaki yıkıntılar. Kimi zaman erlerden biri dur yere çığlık atmaya başlayarak koşup bir süre sonra oldukları yerde bayılıp kalıyorlardı. Travma sonrası stres bozukluğunun gerçek olduğuna ilk kez orada şahit olmuştum.

Birkaç aylık sürecin ardından, geçici görevlendirme ile Grand Line’da devriye gemilerinden birine atandım. Grand Line’a ilk girişim Marineford savaşı ile olduğu için diğer denizlere kıyasla ne kadar zorlu bir yer olduğunu anlamam bu atamamdan sonrasına tekabül ediyor. İnanılmaz bir hızla değişen hava koşulları, dört denize kıyasla çok daha tehlikeli sular, vahşi korsanlar ve garip bir düzen. Bir senenin sonunda ortama yavaş yavaş ayak uydurmaya başladığımı hissettiğimde geçici atamamın sonlandığı bildirildi. West Blue’ya dönmek istemediğime kanaat getirerek kalıcı atamamın da Grand Line’a yapılmasını istedim. Gelgelelim, talebim olumsuz karşılanmıştı. Donanmanın en büyük gücü zaten halihazırda Grand Line’daydı ve Marineford savaşı için dört denizden çok fazla personel çağırılmıştı. Dört denizin yönetimi denizciler açısından Grand Line’a kıyasla çok daha kolay olsa da, personel eksikliği baş göstermeye başlamış gibi görünüyordu. Her donanma askerinin bildiği üzere, dört denizi kaybeden dünyayı kaybederdi ve komuta merkezi de bu konuda oldukça kararlı bir tutum sergileyecek gibi görünüyordu. Makul bulduğum bu karar sonrası, en azından North Blue’ya görevlendirilmem konusunda yeni bir talepte bulundum. West Blue’da görevime devam etmek istemememin yegane sebebi, kulağıma gelen gelişmelerin pek iç açıcı olmamasından kaynaklıydı. Donanmanın ve denizcilerin adaletine, iyiliğine güveniyordum elbette. Radikal yöneticiler beni ideallerimden vazgeçirmek için yeterli değildi. En azından bir denizci olarak güvenliğini sağladığım ve haydutlardan koruduğum sivil halkın bana duyduğu güven bile her şeye bedeldi. Ancak doğduğum yer olan batı denizinde yürütülmekte olan politikalar içten içe canımı sıkıyordu. Kendim hiç bir zaman ‘okul’ diyebileceğim bir yere gitmemiş olsam da batı denizinin eğitim ve kültür yuvası olarak tanınması konusunda her zaman gurur duymuştum. Şimdiyse akademisyenlerin görevden alındığını, üniversitelerin kapatıldığını, zorlama modeller ve müfredatlarla dünya hükümeti propagandası yapıldığını işitiyordum. Devrim Ordusu denen oluşumun insanların üzerindeki etkisini minimize etmek içindi bu çaba elbette, ancak özgür düşünce ve eğitimin önüne geçme konusundaki ‘gurur tablosuna’ Ohara’dan sonra da devam ediyor gibi gözüküyordu dünya hükümeti.

North Blue’yu isteme sebeplerimin en başında o bölgenin pimi çekilmiş bir bomba olduğunu düşünmem vardı. Savaştan sonra değişen düzenle birlikte iyiden iyide militarist bir düzen kurulmuş, krallıklar ve ülkeler tüm yatırımlarını savaş gereçlerine ve orduya yapmaya koyulmuştu. Böyle bir durumda, sivil halkı düşünenlerin sayısının ne kadar aza ineceğini tahmin edebilirsiniz. Evet, West Blue’da da baskıcı bir rejim söz konusuydu ancak insanların susturulması emniyetsiz bırakılıp aç kurtların önüne atılmalarından iyiydi. Donanmanın elbette farklı alt motivasyonları olsa dahi sivillerin en çok yardıma ihtiyacı olan yer kuşkusuz kuzey deniziydi. Bu sebeple burayı tercih etmiştim. Kuzey Denizi’nin karışık ortamına gelen talep oldukça az olduğu için, aynı gün görevlendirme kağıdım teslim edildi ve bir hafta içerisinde kendimi North Blue’ya giden devasa bir donanma gemisinde buldum.

Geçtiğimiz bir yılda, görevimi hakkıyla yerine getirmek için kılı kırk yardım ve yardımına koşabildiğim herkese yetişmeye çalıştım. Güleryüz ve biraz şefkat, kararlı bir duruş ve akılcı hamleler pek çok şeyi başarmama yardımcı oluyordu. Bir lakap bile takılmıştı bana çevrem tarafından, gülen yüz anlamına gelen ‘Smiley’. Lakaplara pek alışkın olmasam da, bunu benimsemiştim sanırım. Özellikle beladan çekip kurtardığımız bir adadaki çocukların nasıl olduğunu bilmediğim şekilde lakabımı öğrendikten sonra o adaya ilk ziyaretimizde lakabımla seslenerek sevgilerini ve saygılarını sunmaları fazlasıyla yardımcı olmuştu bu konuda. Ben bir denizciydim. Ben güler yüzlü bir denizciydim. Ve insanlara yardım edip tepelerine çöken karanlıkta onların ışığı olmak için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Tıpkı vicdanına hesap veremeyip canına kıymak üzereyken yıkık dökük ve alevler içerisindeki bir binadan gelen ağlama seslerini duyup her şeyi bırakarak oraya koşan ve ölmek üzere olan o bebeği kurtaran yaşlı asker gibi.

Motivasyon

1. Başlangıç Motivasyonu

Yardım edebileceğim kadar çok kişiye yardım edip, karanlığın içindeki ışık olabilmek. Dünya zaten yeterince karanlık ve acımasızken, bundan şikayet edip hiç bir şey yapmadan yalnızca söylenen biri olmak istemiyorum. Hayat mucizelerle dolu, ve bir kişinin bile mucizesi olmayı başarabilirsem kendimi başarılı sayarım. Kurtarılan bir hayat, büyük çerçeveden bakıldığında ne kadar anlamsız ve küçük görünse de kurtarılan kişi ve sevenlerinin penceresinden dünyalara ve ömürlere bedel. Üniformamın sırtında yalnızca ‘adalet’ yazdığı doğru. Ancak zihnimde ‘merhametli adalet’ yazıyor.

2. Nihai Motivasyon

Barış. Eğer dünyada bir noktada yardım edilmesi gereken kimsenin kalmadığı ütopik bir senaryo gerçekleşecekse, bunun yegane yolunun barıştan geçtiğine eminim. Kimsenin birbirinin ne malına ne de canına göz diktiği, herkesin huzurlu ve güvenle yaşayabildiği bir gerçeklik. Okumanın, araştırmanın ve gelişmenin özgürce, normalce yaşanabildiği bir dünya. Belki fazla romantik ve gerçekdışı. Çünkü hayat hiç bir zaman bu kadar basit değil. Mutlaka güç hırsına yenik düşen, başkalarının üstüne basıp yükselmeye çalışan birileri olacak. Ancak o noktada, olabildiğim gücümle ben olacağım.

Profil

Saldırı Kabiliyeti: E
Savunma Kabiliyeti: E
Çabukluk: D
Varlık: E
İrade: E*

Re: Tideshore 'Smiley' Maximilian

Posted: Thu Aug 21, 2025 11:45 pm
by GM - One Piece
 ! Message from: GM-One Piece
Onaylanmıştır.

Re: Tideshore 'Smiley' Maximilian

Posted: Fri Aug 22, 2025 3:36 am
by Tideshore Maximilian
Mevcut BC: 2000

Karakter Gelişimi

Haki

Gözlem Hakisi: "Duygu Algılama" = 400 BC
Gözlem Hakisi: "Duygu Algılama" > E = 200 BC

Harcanan BC: 600

Stat/Disiplin

Tideshot Stili
Tideshot Stili: Potansiyel E>D = 200 BC
Tideshot Stili: Hakimiyet E>D = 200 BC
Tideshot Stili: Adaptasyon E>D = 200 BC
4 E-Seviye + 2 D-Seviye Teknik Yaratımı = 180 BC
2 E-Seviye Teknik Geliştirme = 20 BC

Harcanan BC: 800

Tayfa Kasası

Tayfa Kasasına Aktarım = 600 BC

Harcanan BC: 600


Harcanan Toplam BC: 2000
Kalan BC: 0

Re: Tideshore 'Smiley' Maximilian

Posted: Wed Aug 27, 2025 1:43 am
by Tideshore Maximilian
Tideshore Maximilian/Charia Drishti Denizci Gemisi Tayfa Kasası Mevcut BC: 1200

Tayfa Gelişimleri

NPC Alımı

Tashigi = 200 BC
Rondo “Ritimli Yumruk” Ziln = 120 BC
Fleeta “Gölgeli” Nashe İçin Açık Arttırma (Başarısız) = 200 BC
10 Adet Vasıfsız NPC

Harcanan Tayfa Kasası BC: 520

NPC Gelişimi

Tashigi: Saldırı Kabiliyeti C>C*
Tashigi: Saldırı Kabiliyeti C*>B

Harcanan Tayfa Kasası BC: 200


Harcanan Toplam Tayfa Kasası BC: 720
İade Alınan Tayfa Kasası BC: 100
Kalan Tayfa Kasası BC: 580

*font düzenlemeleri ve köprülemelerdeki linklerin düzeltilmesi sebebiyle editlendi*

Re: Tideshore 'Smiley' Maximilian

Posted: Thu Aug 28, 2025 1:36 pm
by GM - One Piece
Tideshore Maximilian wrote: Wed Aug 27, 2025 1:43 am Tideshore Maximilian/Charia Drishti Denizci Gemisi Tayfa Kasası Mevcut BC: 500

Gemi Alımı
D-Seviye Gemi

Harcanan Tayfa Kasası BC: 500
Tayfa Kasası Kalan BC: 0 (500-500)

Tideshore Maximilian/Charia Drishti Denizci Gemisi Tayfa Kasasına Aktarılan Mevcut BC: 700

Tayfa Gelişimleri
NPC Alımı

Tashigi = 200 BC
Rondo “Ritimli Yumruk” Ziln = 120 BC
Fleeta “Gölgeli” Nashe İçin Açık Arttırma (Başarısız) = 200 BC
10 Adet Vasıfsız NPC

Harcanan Tayfa Kasası BC: 520
İade Alınan BC: 100
Tayfa Kasası Kalan BC: 280 (700-420)

NPC Gelişimi
Tashigi: Saldırı Kabiliyeti C>C*
Tashigi: Saldırı Kabiliyeti C*>B

Harcanan Tayfa Kasası BC: 200
İade Alınan BC (Rondo'nun Getirisi Nedeniyle): 20
Tayfa Kasası Kalan BC: 100 BC (280-180)
 ! Message from: GM-One Piece
Harcalanan ve kalan bakiye BC yukarıdaki şekilde onaylanmıştır.