İnsan deryasını yararak ringe ulaşmış ve istediğim gibi de Yarma John'un karşısına geçmiştim. Amatör olması ve benden cüsse olarak baya' bir küçük olması favori ibresini bana çeviriyor olmalıydı fakat bu dünyada bildiğim bir şey varsa o da görünüşe aldanmaman gerektiğidir. En sağlam ceviz içinde kurtçuk, en köhne sandığın içinde hazineler bulunurdu. Bunu da en iyi ben biliyordum.
Kel adamın ünlemiyle beraber ben de sol ayak önde gardımı almıştım. Mesafe farkını ölçmek için öncelikle sol kolumu ileride tutacak ve rakibimin ne planladığını öğrenene kadar lead jab ile onu benden uzak tutmaya çalışacaktım. Bu sırada ayak oyununa fazla yüklenmeyecek ve genel olarak hamle yaparken veya hamle gelirken hareket halinde olmaya çalışacaktım zira önümde 5 maç daha olduğunu varsayarak kendimi yormamaya çalışacaktım. Eğer rakibin bariz açık verdiğini görürsem de boy ve erim avantajıma güvenerek sağ yani arkadaki kolumla overhand isabet ettirmeye çalışacaktım.
Ohana’nın sesi kulağımın dibinde bir sitemden yalvarışa dönerken, zihnimde bir anlığına yer buldu; fakat bir tehdit olarak değil, yönlendirilmeyi bekleyen bir enerji olarak. Şu an için o enerjiyi bir kenara bırakıyordum, çünkü tüm dikkatim arenanın ötesindeki o iki uyumsuz gölgenin üzerindeydi.
Onlar buraya ait değildi.
Bu, bir hissiyattan öte, sayısız savaş alanında keskinleşmiş bir içgüdünün fısıldadığı soğuk bir gerçekti. Bir askerin gözü, kamuflajı her zaman fark ederdi. Ve bu adamlar, köylü kıyafetleri içinde saklanmaya çalışan acemi askerler gibiydi. Duruşları, bakışları, kalabalığın ritmine ayak uyduramayan gecikmeli tepkileri... Hepsi birer ihanet belirtisiydi. Onlar izleyici değil, gözlemciydi. Ve bu, her şeyi değiştirirdi.
Kaiza'nın rakibinin karşısına dikildiği o an, Ohana'nın sabırsızlığının doruk noktasına ulaştığını hissettim. O an, o başıboş enerjiyi bir hedefe yönlendirmeye karar verdim. Bakışlarımı hedeflerimden ayırmadan, sesim kalabalığın uğultusunun hemen altında, sadece onun duyabileceği bir tondaydı.
"Bu kaba saba gürültü Kaiza'nın olsun, Ohana."
Duraksadığını hissettim. Konuşmamı sürdürürken, çenemle belli belirsiz bir şekilde o iki adamı işaret ettim.
"Benim dikkatimi çeken daha... incelikli bir oyun var. Bak şunlara."
Ona, tepkisini ölçmek veya onayını almak için bir an bile tanımadım.
"Onlar bu adanın bir parçası değil. Ve ben, ait olmadıkları bir yerde duran parçaları sevmem."
Son kelimem bir emir niteliğindeydi, bir rica değil.
"Gidelim."
Emir, ağzımdan bir fısıltı gibi çıksa da, taşıdığı ağırlık bir komutanın gürlemesinden farksızdı. Ohana'nın bu emre uyup uymayacağı kendi kararıydı; ben bir sonraki adımı çoktan hesaplamıştım. Kalabalığın içinde adamları izlemek ve takip etmek çok zor olurdu. Direkt ringin ortasından geçemezdim, dikkat çekerdim. Fark edilmek istemiyordum.
Benim içgüdülerim, bir askerin içgüdüleri, her zaman daha yükseği arardı.
Bakışlarım, o iki adamın üzerinden ayrılıp arenanın çevresindeki köhne yapıları taramaya başladı. Gözlerim, dövüş alanı yüksek açıdan görmemi sağlayacak, üzerine tırmanabileceğim bir yapı / nesne arıyordu. Orası, bu karmaşık satranç tahtasına yukarıdan bakabileceğim, piyonların ve şahların hareketlerini aynı anda görebileceğim ideal bir nokta olacaktı. Zemin tehlikeli olabilirdi ama gölgeler, tırmanan bir adama her zaman dost olurdu.
Niyetim, kalabalığın Kaiza'ya odaklandığı bu anı bir siper olarak kullanmaktı. Amacımdaki yeri bulabilirsem, kimseye görünmeden çatısına tırmanarak kendime bir gözlem noktası oluşturmaya çalışacaktım.
Herkes ringin içindeki kükreyen deve bakarken, ben sessiz çakalların izini sürüyordum.
Onlar buraya ait değildi.
Bu, bir hissiyattan öte, sayısız savaş alanında keskinleşmiş bir içgüdünün fısıldadığı soğuk bir gerçekti. Bir askerin gözü, kamuflajı her zaman fark ederdi. Ve bu adamlar, köylü kıyafetleri içinde saklanmaya çalışan acemi askerler gibiydi. Duruşları, bakışları, kalabalığın ritmine ayak uyduramayan gecikmeli tepkileri... Hepsi birer ihanet belirtisiydi. Onlar izleyici değil, gözlemciydi. Ve bu, her şeyi değiştirirdi.
Kaiza'nın rakibinin karşısına dikildiği o an, Ohana'nın sabırsızlığının doruk noktasına ulaştığını hissettim. O an, o başıboş enerjiyi bir hedefe yönlendirmeye karar verdim. Bakışlarımı hedeflerimden ayırmadan, sesim kalabalığın uğultusunun hemen altında, sadece onun duyabileceği bir tondaydı.
"Bu kaba saba gürültü Kaiza'nın olsun, Ohana."
Duraksadığını hissettim. Konuşmamı sürdürürken, çenemle belli belirsiz bir şekilde o iki adamı işaret ettim.
"Benim dikkatimi çeken daha... incelikli bir oyun var. Bak şunlara."
Ona, tepkisini ölçmek veya onayını almak için bir an bile tanımadım.
"Onlar bu adanın bir parçası değil. Ve ben, ait olmadıkları bir yerde duran parçaları sevmem."
Son kelimem bir emir niteliğindeydi, bir rica değil.
"Gidelim."
Emir, ağzımdan bir fısıltı gibi çıksa da, taşıdığı ağırlık bir komutanın gürlemesinden farksızdı. Ohana'nın bu emre uyup uymayacağı kendi kararıydı; ben bir sonraki adımı çoktan hesaplamıştım. Kalabalığın içinde adamları izlemek ve takip etmek çok zor olurdu. Direkt ringin ortasından geçemezdim, dikkat çekerdim. Fark edilmek istemiyordum.
Benim içgüdülerim, bir askerin içgüdüleri, her zaman daha yükseği arardı.
Bakışlarım, o iki adamın üzerinden ayrılıp arenanın çevresindeki köhne yapıları taramaya başladı. Gözlerim, dövüş alanı yüksek açıdan görmemi sağlayacak, üzerine tırmanabileceğim bir yapı / nesne arıyordu. Orası, bu karmaşık satranç tahtasına yukarıdan bakabileceğim, piyonların ve şahların hareketlerini aynı anda görebileceğim ideal bir nokta olacaktı. Zemin tehlikeli olabilirdi ama gölgeler, tırmanan bir adama her zaman dost olurdu.
Niyetim, kalabalığın Kaiza'ya odaklandığı bu anı bir siper olarak kullanmaktı. Amacımdaki yeri bulabilirsem, kimseye görünmeden çatısına tırmanarak kendime bir gözlem noktası oluşturmaya çalışacaktım.
Herkes ringin içindeki kükreyen deve bakarken, ben sessiz çakalların izini sürüyordum.
Ohana'nın içerisinde bulunduğu durumu tek kelimeyle tanımlamak gerekirse o da şu olurdu; siklenmemişti. Yani, aslında siklenmişti fakat pek de siklenmiş gibi hissetmiyordu. Alexander 'kaba saba gürültü' olarak tarif etmiş olmasına rağmen Ohana'nın bakış açısından bu ring kaçırılmayacak bir eğlence barındıran sirkleri andırıyordu. Teklifi kabul edilmiş olsaydı aksiyon doruk noktasına ulaştığı vakit Ohana devreye girebilir, Kaiza'yı pataklayarak bütün şöhreti kendisine alabilirdi. Hem bu aralar Kaiza'ya da biraz uyuz oluyordu, onun için bir taşla iki kuş vurmak gibi olurdu... Peki özgür ruhluluğuyla, kural tanımamazlığıyla tanınan bu genç kızın böyle büyük bir eğlenceyi bırakıp kaptanını takip etmesinin nedeni nedir? Aslında oldukça basit; Ohana, Alexander'a karşı büyük bir saygı besliyor. Zaten tayfasına katılırken de onu cezbeden şey bu olmuştu. Bu kadar rahat olmasının sebebi de aslında bir nevi Alexander sayılabilir. Başını belaya sokacak bir hata yaptığı takdirde kaptanının götünü kurtaracağından adı gibi emin sonuçta.
Tripli bir şekilde dudaklarını bükmüş ve aynı triple birlikte şu sözleri söylemişti; "İyi tamam ama sonraki isteğimi reddedemezsin kaptan." Kaptanını takiben yürümeye başladığı anlarda bakışları büyük bir kıskançlıkla Kaiza'nın üzerindeydi. Kıskançlıktan çatladığı net bir şekilde belli oluyor olsa da kaptanının emri olduğu için bir şekilde dayanabiliyordu.
Alexander'ı takip ederken bir anda aklına Zale geldi. Çevresine bakındı fakat beyefendiyi bulamadığından ötürü daha da sinirlendi. Eğer Zale yanında olsaydı kendi yerini alması için onu ikna edebilir, o da rahatlıkla Kaiza'yı sabote edebilirdi.
'Geri döndüğünde ondan da intikam alıcam' diye düşündü sinirli adımlarla kaptanını takip ederken.
Tripli bir şekilde dudaklarını bükmüş ve aynı triple birlikte şu sözleri söylemişti; "İyi tamam ama sonraki isteğimi reddedemezsin kaptan." Kaptanını takiben yürümeye başladığı anlarda bakışları büyük bir kıskançlıkla Kaiza'nın üzerindeydi. Kıskançlıktan çatladığı net bir şekilde belli oluyor olsa da kaptanının emri olduğu için bir şekilde dayanabiliyordu.
Alexander'ı takip ederken bir anda aklına Zale geldi. Çevresine bakındı fakat beyefendiyi bulamadığından ötürü daha da sinirlendi. Eğer Zale yanında olsaydı kendi yerini alması için onu ikna edebilir, o da rahatlıkla Kaiza'yı sabote edebilirdi.
'Geri döndüğünde ondan da intikam alıcam' diye düşündü sinirli adımlarla kaptanını takip ederken.
Zale’in ayakları kalabalığın arasında ağır ama kararlı bir şekilde ilerlerken, etrafındaki dünya gürültülü bir perdeye dönüşmüştü. Dövüşün temposunu tutan tezahüratlar, şangırdayan bozuk tahtaların iniltisi, insanların birbirine sürtünerek çıkardığı homurtular… Hepsi arka planda bir uğultu gibi akıyordu. Ama Zale’in zihni tek bir hedefe kilitlenmişti: kalabalığın en önünde, ışığa en çok yakın duran, siyah saçlarının mat örgüleriyle dikkat çeken o kadın.
Onu görür görmez, çevresindeki diğer ihtimaller eriyip gitmişti. Kızıl düşler başka bir zamana bırakılmış, kumralın çocuksu tebessümü silikleşmiş, esmerin hareketli bakışları değerini yitirmişti. Siyah saçlı kadın, ringe gözlerini dikmiş, Yarma John’un her hamlesinde göz kapaklarının kıpırdamasından bile anlaşılabilecek bir dikkatle izliyordu. Arada bir Souze’ye burun kıvırışı, o küçümseyen bakışıyla birleşince yüzünde keskin bir çizgi gibi kalıyordu. Onun bu tavrı, çevresindeki kalabalığa olduğu kadar Zale’in gözlerine de sirayet etmişti.
Zale kalabalığın içine biraz daha gömülürken, omzuna çarpan bir dirsek, sırtına sürtünen tozlu bir ceket ya da kulaklarının dibinde patlayan kahkahalar umurunda değildi. Bu izdihamın içinden geçip ön sıraya ulaşmak, bir nevi akıntıya karşı yüzmek gibiydi. Bir adım, sonra bir adım daha… Gözlerini hedefinden hiç ayırmadan, insan kalabalığını kavisler çizerek delip geçti. Yüzündeki ifadesiz sakinlik, içeride çırpınan içgüdülerin üzerine serilmiş kalın bir örtüydü.
Sonunda en ön safa vardığında, kadınla arasındaki mesafe artık yalnızca birkaç karıştı. Kadının iki yanında duran adamların varlığı, dikkat edilmesi gereken birer ayrıntıydı belki ama Zale’in zihninde tehdit olarak yankılanmadılar. Adamların vücut dili, kadını sahiplenmekten çok, onun varlığının gölgesinde oyalanan, şans bekleyen birer artçı gibiydi. Siyah saçlı kadın ise onların orada olup olmamasına aldırmıyordu bile. Gözleri hâlâ ringdeydi, omuzları dik, duruşu netti.
Zale tam bu noktada hızını yavaşlattı, akışın hızına kapılmadan, suyun kendi yolunu bulması gibi kadının yanına süzüldü. Omuz hizasında durduğunda, bir süre hiçbir şey yapmadan öylece bekledi. Ne bir selam verdi, ne de dikkat çekici bir hareket yaptı. Sessizliği, kalabalığın gürültüsünde bir kaya gibi duruyordu.
O an, Zale’in varlığı kadının yanına aitmiş gibi hissettirdi. Kalabalığın içinde kaybolmuş yüzler, yükselen eller, savrulan bağırışlar arasında onun sessizce orada durması, etrafına bir tür görünmez çember çizmiş gibiydi. Ne kadının örgülerinden yayılan hafif sabun kokusu, ne yanındaki adamların arada bir atıp tutan sözleri, ne de ringdeki kan ter karışımı atmosfer…
Sanki bütün bu hengâmede, asıl seyirlik dövüş ringde değil, kadının yüzünde saklıymış gibi. "Merhabalar hanımefendi, merak etmeyin birazdan sevgili dostum Yarma John'u yarıp geçtiğinde omzumda ağlayabilirsiniz."
Onu görür görmez, çevresindeki diğer ihtimaller eriyip gitmişti. Kızıl düşler başka bir zamana bırakılmış, kumralın çocuksu tebessümü silikleşmiş, esmerin hareketli bakışları değerini yitirmişti. Siyah saçlı kadın, ringe gözlerini dikmiş, Yarma John’un her hamlesinde göz kapaklarının kıpırdamasından bile anlaşılabilecek bir dikkatle izliyordu. Arada bir Souze’ye burun kıvırışı, o küçümseyen bakışıyla birleşince yüzünde keskin bir çizgi gibi kalıyordu. Onun bu tavrı, çevresindeki kalabalığa olduğu kadar Zale’in gözlerine de sirayet etmişti.
Zale kalabalığın içine biraz daha gömülürken, omzuna çarpan bir dirsek, sırtına sürtünen tozlu bir ceket ya da kulaklarının dibinde patlayan kahkahalar umurunda değildi. Bu izdihamın içinden geçip ön sıraya ulaşmak, bir nevi akıntıya karşı yüzmek gibiydi. Bir adım, sonra bir adım daha… Gözlerini hedefinden hiç ayırmadan, insan kalabalığını kavisler çizerek delip geçti. Yüzündeki ifadesiz sakinlik, içeride çırpınan içgüdülerin üzerine serilmiş kalın bir örtüydü.
Sonunda en ön safa vardığında, kadınla arasındaki mesafe artık yalnızca birkaç karıştı. Kadının iki yanında duran adamların varlığı, dikkat edilmesi gereken birer ayrıntıydı belki ama Zale’in zihninde tehdit olarak yankılanmadılar. Adamların vücut dili, kadını sahiplenmekten çok, onun varlığının gölgesinde oyalanan, şans bekleyen birer artçı gibiydi. Siyah saçlı kadın ise onların orada olup olmamasına aldırmıyordu bile. Gözleri hâlâ ringdeydi, omuzları dik, duruşu netti.
Zale tam bu noktada hızını yavaşlattı, akışın hızına kapılmadan, suyun kendi yolunu bulması gibi kadının yanına süzüldü. Omuz hizasında durduğunda, bir süre hiçbir şey yapmadan öylece bekledi. Ne bir selam verdi, ne de dikkat çekici bir hareket yaptı. Sessizliği, kalabalığın gürültüsünde bir kaya gibi duruyordu.
O an, Zale’in varlığı kadının yanına aitmiş gibi hissettirdi. Kalabalığın içinde kaybolmuş yüzler, yükselen eller, savrulan bağırışlar arasında onun sessizce orada durması, etrafına bir tür görünmez çember çizmiş gibiydi. Ne kadının örgülerinden yayılan hafif sabun kokusu, ne yanındaki adamların arada bir atıp tutan sözleri, ne de ringdeki kan ter karışımı atmosfer…
Sanki bütün bu hengâmede, asıl seyirlik dövüş ringde değil, kadının yüzünde saklıymış gibi. "Merhabalar hanımefendi, merak etmeyin birazdan sevgili dostum Yarma John'u yarıp geçtiğinde omzumda ağlayabilirsiniz."